Yazmak bazen cesaret işidir, bazen de gönül. Bir kitap yazdığınızda içine hem cesareti hem de yüreğiniz koymuşsanız o kitabın değeri ölçülemez olur. Yıllarca araştırmalar yapıp yüreğini ortaya koyan ve iki değerli kitabını okuyucusuyla buluşturan Nimet Erenler Gülkökü bu ayki röportaj konuğumuz. Sıcak bir ortamda çaylarımızı yudumlarken sorduk, söyledik, dile geldik ve işte o anlardan kareler ile süslenmiş röportajımız…
Röportaj: Murat Tali
Bize biraz kendinizden söz eder misiniz? Nimet Erenler Gülkökü, Müslümanların kutsal kitabı Kur’ân ve Yahudilerin kutsal kutsal kitabı Tora üzerine kitap yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Sırada İncil ve Zebur da var mı? Ve neden kitabınıza ‘Apocrypha’ adını verdiniz?
Ben çocukluğumdan beri içindeki sesi arayan ve bilginin ardından giden bir öğrenciyim. Sistemin bana verdiği diploma benim için çok önemli değil. Bazı diplomalar vardır ki sistem vermez. O nedenle bundan fazla bahsetmem. Yine de merak edenler için edebiyat bölümü mezunuyum.
Kendimi anlamak için çıktığım bu yolculukta, 2002 tarihinde bir zen ustasıyla karşılaşmam; yaşamı ve kendimi anlamak üzere reddedemeyeceğim bir ışık tuttu. Kendisine buradan da sonsuz şükranlarımı iletmek isterim. Rehberlerin; insanın yaşamında gideceği yolu kısaltması anlamında ne kadar önemli olduğunu bana yaşattı.
O’na verebileceğim en iyi teşekkürün, Kendisinden “feyz” aldığım bilgiyi yaşama taşıyarak bu enerjiyi yansıtabilmemdir. Yaklaşık beş yıldan bu yana bir aktarıcı (eğitmen) olarak “Face to face” bu bilgiyi aktarmaktayım. Öğrenirken öğreten, öğretirken öğrenmekte olan biriyim. Bu çalışmalarımız özünde; dünyaya geliş amacımızı anlama ve bilmeye yöneliktir. Kısaca; öğrenmeden bilmek; bakmadan görmek; duymadan dinleme çalışmalarıdır. Yani “ölmeden ölmek”, ya da ” maddeyi kullanarak maddeyi aşma” çalışmalarıdır. Mucize insanın kendisidir. Yeter ki onunla ilişki kurmayı bilsin..
Sorunuzun ikinci bölümüne gelince; Kur’an ve Tora üzerine bir kitap yazma fikri salt bir nedene bağlı olmamakla birlikte benim için pek çok açıdan önemli bir durumdu, şöyle ki: Dinler tarihi mutlak incelenmesi gereken çok önemli bir noktadır.
Çünkü toplum, dinlerle o kadar harmanlanarak günümüze gelmiştir ki, bunların etkilerini ve izlerini; gelenekleriyle, görenekleriyle, tercih ve seçimleriyle; eksik, yanlış, çarpık, doğru her şekilde taşımaktadır. Ancak tarihsel süreçte, bu bilgilerin bir kısmı dejenere olmuş ve erozyona uğramıştır.
Yani bizlere ulvi ve sıra dışı sunulan kimliklerin, aslında hiç de öyle ulvi kimlikler olmadıklarını; onların da dünyevi duyularına mağlup olduklarını görmekteyiz. Bunlar benim yorumum değil, kutsal metinlere dayanarak varılan sonuçlardır.
Örneğin, kutsal metinlerde adam öldürmenin suç olduğu ve bu suçu işleyen bir kimsenin peygamberlik statüsünde olamayacağını söylese de, Musa’nın cinayet işlemiş ve adam öldürmüş bir kimlik olarak ve buna rağmen peygamber seçildiğini görmekteyiz.
Bu bir çelişkidir. Ya da İbrahim’in kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederek, karısı Sara’yı, Firavun’a eş olarak verdiği, yine Yahudilerin kutsal kitabı Tora metinlerinde açıkça görülmektedir. Keza yaradılış ile ilgili metinler incelendiğinde, insana, tanrılar tarafından genetik bir müdahalenin yapıldığına da tanık olmaktayız. İşte amacım bu ve benzeri süreçleri kaynağından tanımak ve anlamaya aracılık etmektir. Sonuçta okuyucu kendi araştırmalarıyla birlikte senteze varacaktır.
“İncil” ve “Zebur” sırada var mı? Sorunuza gelince; şimdilik bu iki kitabımın (Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı ve İnsanlığın Apocrypha’sı) ardından, dinler tarihinden çıkarak, artık daha çok kendi alanım olan Ezoterik içerikli kitaplar yazmaya yer vereceğim. Bununla ilgili; “Ezoterzm’de Rüyalar Ve Boyutlar” adlı eser üzerinde çalışmalarım devam etmektedir. Kitabı bitirme tarihi olarak; önümüzdeki 2013 Eylül ayında planlamaktayım.
Gelelim ‘Apocrypha’nedir? Sorunuza; Apocrypha, kelimesi Grekçeden gelmektedir. Bu kelimeyi telaffuz etmek okuyucuları biraz zorladı. Kelimenin okunuşu “apokrifha”dır. Bu ismi seçmek istememizin sebebi, zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Yine de kısaca; bilgi zaman içerisinde, halktan çekilerek belli otoritelerce saklanmıştır. Bunun sebebi ise bu otoriterlerin (din adamları, dönemin kralları ve yöneticileri) aldığı ve verdiği kararların, halk tarafından sorgulanmasının önünü kesmektir. Böylelikle, hiçbir şeyin hiçbir şekilde sorgulanması mümkün olmayacak, otoriteler sorgulanmayacaktı.
Hakkınızda biraz araştırma yaptık ve her iki kitabınız için cesaretinizden etkilenmemek mümkün değil. Kaleme aldıklarınıza; o kadar sağlam kaynak göstermektesiniz ki reddedilemiyor. Nelerle karşılaştınız bu süreçte?İnsanların kitaplarınızı bu kadar cesur bulmalarının nedeni nedir?
Bu sorunuz için teşekkürler Murat Bey. Bildiğiniz gibi ilk kitabım “Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı” dır, ikincisi ise “İnsanlığın Apocrypha’sı”. Bu iki kitap, dinler tarihi açısından birbirini tamamlayan bilgileri içermektedir. Örneğin Kur’an da bahsi geçen peygamberler aslında Yahudi kökenlidir. Fakat, Kur’an Arap toplumuna ve Müslümanlara indirilmiş bir kitap olarak bilinmektedir.
Pekiyi eğer böyle ise, Kur’an da bahsi geçen ve bu kadar önemsenen bir takım olaylar ve adı geçen peygamberler, bize nasıl bir mesaj vermektedir? Ya da bunları nasıl açıklamak gerekir? İşte bütün bu tarihi gerçekler benim cesaretim değil, olanı anlatmamdan ibarettir.
Kur’an’a; içinde çok önemli ezoterik ve evrensel bilgiyi taşıması açısından saygı duymamak mümkün değil. Ancak bu bilgilerin üzeri, adeta anlaşılmasın diye örtülmüştür. Bu noktada, tarihsel gerçekliği örterek ve çarpıtarak toplumdan saklayanların hesabı kendilerine aittir. Şahsen sorgulanması yasaklanan bir mantalitenin, ağır bir yükü de söz konusudur. Bir araştırmacı ve Ezoterist olarak ben böyle bir vebali alamazdım.
Yaptığım; bu çarpıtmalara seyirci kalmamaktır, kaynağım ise bu kutsal metinlerin bire bir kendisidir. İşte bu noktada biz, okuyup araştırmadan kabul etmişsek bu da bizim eksiğimizdir. O zaman başkalarının yanlışlarının bizim yanlışlarımız olmasına fırsat vermişizdir. Bu konuda gerçekten özel diyebileceğim ve belli bir birikimi olan okuyucuların, kitaplarım hakkındaki yorumlarında; çok sitayişkâr yaklaşarak, bilginin aktarılışındaki bütünlük ve netlik açısından takdirlerini ve teşekkürlerini ifade ettiler. Bu okuyucu dostlara buradan ben de teşekkürlerimi ifade etmek isterim.
“İnsanlığın Apocrypha’sı” kitabınızda Tora’dan aktarılanlar arasında Âdem, Havva ve Aden’den bahsediliyor. Bunlar tüm dinler içinde var olan ve insanlığın yaratılışını konu alan bilgiler. Bu bilgilere Sümer’lerde, farklı din ve inanç sistemlerinde de rastlanıyor. Bu açıdan baktığımızda; gerçek “teke” mi iniyor yoksa tüm inanç sistemleri birbirlerinin tekrarları mı oluyorlar?
Gerçek teke mi iniyor? Bu sorunuza kısaca şöyle cevap vereyim; Mitoloji biliminde yaradılış, ilk insan, cennet ve cehennem, iyi kötü, tanrılar, dünyanın yöneticileri, evrenin yaratıcıları, soyut somut ilişkisi, tufan vs. gibi anlatıların birbirine çok benzediğini görmekteyiz. Bana göre benzerliklerin olması gayet doğal. Çünkü bütün bunlar zaten aynı gezegende yaşanan bir süreci anlatmaktadır. Dolayısıyla teklikten kastınız bu ise evet, öyküler farklı anlatılsa da ana fikri aynıdır.
Tanrı ve yaradan kavramı çok farklı şekilde ele alınmış kitabınızda. Bunu biraz açıklayabilir misiniz? Gerçekten inandığımız tanrı ve yaratan kavramları çok farklı bir şekilde dile getirilmiş, bu kaynaklara nasıl ulaştınız?
Kaynağım: Mitoloji, Arkeoloji, Teoloji, Sembol Dili, Ezoterik bilgiler, Dil Bilimi, Bilimsel veriler ve yanı sıra gerekenlerdir. Tanrı ve Yaratıcı ayrımı kitabımın ana fikridir ve sunduğum kaynaklar bunu desteklemektedir. Tanrılar ilk işçiler olarak genetiğimizle oynayıp bizi kendilerine işçi olarak tayin ettiler.
Sümer tabletlerinde de geçen bu genetik müdahale sonucu, adımız “Lulu Amelu” (İlkel işçi) oldu. İşte bu gün işçilere “amele” denmesinin nedeni ta o dönemlere dayanmaktadır. Tanrı, “Efendi” anlamındadır. Yaratıcı ise kavranamayandır. Ancak kavradıklarımızla kavrayamadıklarımıza yolculuk yapabiliyorsak, yaratıcıya doğru gidiyoruzdur.
Bunun yolu ise bilgi aracılığı ile kendimizi tanımaktan geçmektedir. Şayet bir tümden gelim yanılsamasıyla bir tanrı var ediyor ve ona biat ve korku belasına tapınıyorsak, bu bizim var ettiğimiz Tanrıdır. Bana göre puta tapınmaktan farklı bir şey değildir.
Âdem ve sonrasındaki soy ağacından dünya üzerinde var olan insan hayatının 5 bin bilemediniz 10 bin yıl olduğu ortaya çıkıyor. Bu durumda kazılarda ortaya çıkartılan ve 50 bin yaşında olduğu söylenen insan geçmişi ile tezat oluşturmuyor mu bu durum?
Bilim dünyası, İnsan‘ın yeryüzündeki var oluşunu dört buçuk milyon yıl öncesine dayandırmaktadır. Tabletler ise yeryüzünde var olan bu insana genetik bir müdahale yaparak “Homo Sapiens Sapiens”e sıçramasını, dört yüz elli bin yıla dayandırmaktadır. Yani tanrılar; yeryüzünde zaten mevcut olan ve varlığını devam ettiren insan üzerinde bir işlem yapmış görünmektedir. İşte tanrıların insana benzemesinin sebebi de burada yatmaktadır.
Çünkü bu müdahaleyi kendi geninden alarak yapmıştır. Süreç sağlıklı bir bilgi çerçevesinde değerlendirildiğinde hiçbir çelişkinin olmadığı görülecektir. Ayrıca her iki kitabımda da bu ayrıntıları yer vererek, çok net anlaşılmasına olanak sağladığımı düşünmekteyim.
Nuh Tufanı ile ilgili Sümer tabletlerinde de rastlanan ve insan neslinin cezalandırılmasını esas alan ve o gemiye bindirilen tüm seçilmiş hayvanların batıni tarafından bahsetmek ister misiniz biraz? Nihayetinde gemi insanın özünü taşıyan bir araç yani beden, o gemiye yüklenen ve bindirilen her bir hayvan da aslında insanın nefsi ve düşünceleri olabilir mi?
O gemi gerçekte var mıydı? Yoksa bir sembol müydü? Acaba o gemi, türleri barındıran bir DNA bankası mıydı? Ya da o gemi bedenimiz miydi? Bu şekilde farklı açılardan düşünebilir ve sorgulayabiliriz. Hangi açıdan bakarsak bakalım, bu mitin özünü kaçırmamak gerekir. Bizi yöneten bir üst yönetim planın (Tanrılar/ Efendiler) olduğunu unutmayalım.
Bir toplumun veya bir ülkenin lanetlenmesine karar veren tanrı mı? Yoksa yaratan mıdır?
Bunu biraz açarak cevaplayayım. Bugün, Tanrılar ve onların bilinçleri bizi hala yönetmektedir. Bu yeryüzüne mahkûm edilen Şemyaza ve tayifesi zamanında tayin edilmiş bir durum olarak gözükmektedir. Tanrılar Meclisinin; önce insanı kendilerine hizmet için revize etmeyi kararlaştırıp, sonra, niye bize bu kadar benzettiniz diye kendi içlerinde bölündüğünü görüyoruz.
İşte insana genetik müdahalede bulunan tanrı Enki, yarattığı kullarının, bir tufanla yeryüzünden silinmesini istemez; Nuh’a rüyasında görünerek hiç değilse onu ve ailesini ve diğer canlıları kurtarmak ister. Enki muhteşem bir genetik bilimcidir. Sadece insan üzerinde değil diğer türler üzerinde de çalışmalar yapmış görünmektedir.
Tanrılar Meclisi, bu çoğalan insan gürültüsünden rahatsız olmaları sonucunda onları bir tufanla yok etmek istemişlerdir. Enki’nin bu felakete müdahale etmesi, onun ve komutasındakilerin cezalandırılarak yeryüzüne mahkûm bırakılmaları ve sürgün olmaları bir kanıttır. Dünyaya mahkûm edilen bu tanrılar burada yaşamaya başladılar. İşte Tora’da Aşem adındaki tanrı; Enki’nin oğlu Marduk’tur. Ve Marduk babası Enki’nin yarattığı işçilere sahip çıkmış, onlara kutsal toprakları vaat ederek anlaşmalar yapmıştır.
Sonuçta Tanrılar buradalar, aramızdalar ve bizi yönetiyorlar. Hemen şunu ilave edelim Enki’nin birde erkek kardeşi Enlil vardır. Ayrıca, Ay tanrısı Sin’in Ur kentindeki etkisini unutmayalım.
Biraz daha açarsak, aslında dünyadaki bu savaşlar yeryüzüne konuşlanan bu Tanrıların Savaşı’dır. Biz insanlar ise; onların hizmetkârları ve kullarıyız. Bu arada Arapça kul; tanrıya göre olan diğeri, ikinci anlamı köle demektir. Yaratıcı ise bambaşka bir kavramdır, onun dünyayla ilgilenmeye ayıracağı vaktinin olmadığını düşünüyorum. Ona yolculuk yalnızca kavrayışla mümkündür. En azından bu kadarını bildiğimi biliyorum..
Dünya dışı varlıklar, tanrılar, insan genleri ve DNA’larıyla oynayan uzaydan gelen üst boyutlu varlıklar ve bütün var oluşa kölelik ve kulluk yapan insanoğlu. Bu kadar karmaşık mı insanın yaradılışı ve içinde olduğu yaşam yolculuğu.
Aslında hiç karmaşık değil. Her şey çok net, fakat işte o perdeyi biraz aralamak gerekir. Apocryph eserler işte bu nedenle çok önemli ipuçlarını barındırır. Sanırım apocryfha sorunuz için, bu ismi tercih etmemiz biraz daha anlam kazandı.
Bu arada şunu da ilave etmek isterim; bu tanrıların hepsi kötü gaddar acımasız mı? Hayır. Bizim gibi ete kemiğe bürünmüş ve bize benzeyen tanrıların aralarında da, iyiler ve kötüler mevcuttur. Bir kısım tanrılar insanı dünyasal planda tutmuşsa da; bir kısım tanrılar, bilgelikleriyle insanlığın tekâmülüne aracılık etmiştir ve etmektedirler..
Havva gerçekten Âdem’in kaburga kemiğinden mi yaratıldı yoksa, duailte içinde iken her iki varlıkta buna göre mi ortaya çıkartıldı.
Murat Bey sorularınız o kadar güzel ki; ben bunlara cevap verirsem, yazdığım kitabı yeniden yazmış olurum. Mümkün olduğu kadar az öz cevap vermeye gayret ediyorum fakat bazı konular var ki gerçekten onu anlamak için ciddi bir bilgi birikimi gerekir.
Kısa bir cevap yeterli olur mu acaba: Metinlere dayalı olarak görüyoruz ki müdahale kadına ve erkeğe birlikte yapılmıştır. Dualite ve ruhun erdişi olması konusu ise Âdem ve Havva’nın durumlarından farklı bir noktadadır.
Yahudiliğin özel bir ırk olduğu dile getiriliyor sürekli olarak ve Yahudilerde buna inanıyor üstelik vaad edilmiş toprakları bile var. Pekiyi neden dünya halkları, yani 72.5 millet dururken sadece Yahudiler. Hatta neden bütün dinler Yahudilere ya da Ortadoğu halklarına gelmiş. Âdem’in bu bölgede tezahür etmesinin nedeni midir?
İşte tarihsel süreçte insanlar yetmiş iki buçuk millete Babil Kulesi sürecinde bölünmüştür. Babil Kulesi olayının gerçekleştiği zamana baktığımız da şunu görüyoruz ki; Tufan olayında, yeryüzünde silinmek ve yok edilmek istenen insan, daha sonra, tanrılara karşı bir tedbir alarak bu kuleyi inşa etmiştir. Bu kitabımda detaylıca yer almaktadır. Yani bu yetmiş iki buçuk insan sonradan parçalanmıştır. Bir anlamda böl yönet mantığıdır. O nedenle; insanlığın atası Âdem olduğuna göre, aslında böyle bir ayrım yoktur. Dikkate olmamız gereken husus detaylarda boğulmamak.
İslam peygamberi Muhammed’in soy ağacına baktığımızda İbrahim olarak çevirdiğimiz Abraam’a kadar uzanıyor ve aslına bakarsanız ne kadar ret edilse de Yahudilerin soy ağacına bağlanıyor. Böyle bir bağ var iken ortaya çıkan bu büyük düşmanlık neyin nesi? İlk kardeşler arasında olan düşmanlığın bir yansıması mıdır bugün yaşananlar?
Gerek Muhammediler gerekse Yahudiler, Sami ırkından olup aynı soy geçmişe sahiptir. Arapların soyu İsmail’e dayanır. Pekiyi İsmail kimdir? İbrahim peygamberin cariyesi Hacer’den doğan ilk oğludur. İbrahim Peygamberin esas karısı Sara’dan daha sonra çocuğu İshak olunca, Hacer ve oğlu, büyük mirası almasın diye, bir anlamda kovulurlar. Zira Yahudi geleneğinde miras (behorluk hakkı) ilk doğanındır. Burada adil olmayan bir takım olaylar gerçekleşmiştir. Hacer ve Sara arasında otorite kavgası, dişisel savaş, iktidar ve güç kavgası..
Çöle giden ve kendine yurt edinen Hacer ve Oğlu İsmail’inde nesli çoğalır. Onlar da başka bir tanrıya inanarak, onun izinden giderler. Bu gün gerek Müslümanlar gerekse Yahudiler arasında bu etkiler sürüp gitmektedir. Bu arada Tanrı Aşem ve İbrahim arasında oldukça uzun süren sözleşmeler ve anlaşmaları hatırlatmak isterim. Birde, bu olayların böyle gelişmesinde Tanrı Aşem’in de büyük bir payı bulunmaktadır.
Lanetli insanlardan ve toplumlardan bahsetmiştik, soyağaçlarına bakınca bugün yaşayan tüm halk ve insanların peygamber soyundan geldiğini görüyorum. Onlar da günah işliyor ve onları soyları bu günahların takipçisi oluyor. Çok fazla aile içi evlilikler var, yeğenleri ile evlenenler, kardeşini alanlar, babası ile birlikte olan kızlar bu durum şu anda bize çarpık ilişkiler olarak görünüyor. O zamanın doğrusu neydi? Bu yaşananlar mı laneti ve gazabı getirdi insanlığa?
Toplumların zaman içindeki ahlaki yaptırımlarının değerlendirmesi, benim bakış açımın dışındadır.
Kitapta oruç tutmak, kurban kesmek, mikveye dalmak (abdest almak) ve sünnetten bahsediliyor bunlar diğer dinlerde yok sadece Yahudilikte ve Müslümanlıkta var. Her iki din arasında benzeşen çok yön var bu kadar çok benzeşmesinin nedeni nedir?
Oruç tutmak her iki dinde görülmektedir. Fakat kurban kesmek Yahudilerde tapınak dışında yasaklanmış ve cezası ölümdür. Sünnet geleneği her iki dinde şarttır. Bu durum Tanrı Aşem’in İbrahim ve soyuna vaat ettiği kutsal topraklara dair yaptığı anlaşmanın işaretidir ki bu bölüm metinlerde geçmektedir. Kitabımda da bu bölümlere yer verdim. Benzemesi için o kadar çok ortak neden var ki, benzememesi tuhaf olurdu.
Tora kadın erkek ilişkisine çok farklı yönden yaklaşmış ve diğer dinler gibi düşünmüyor, erkeğe diyor ki önce kendine sor nerede yanlış yaptım diye? Dinler arasında bu tarz yaklaşım gösteriliyor mu şimdilerde?
Burada şunu söyleyebilirim ki Yahudi toplumu, kadına; kadın erkek ilişkisine, saygı ve sevgiye, değer veren bir topluluktur.
Dinler arasında bu tür yaklaşımın söyleyebilmeyi çok isterdim fakat, dinler tarihi anaerkil süreci sonlandırıp ataerkil süreci başlatmıştır. O nedenle kadın peygamberler, Yahudilik döneminde kısmen devam etmiş olsa da giderek sona ermiş sonrasında İslamiyet’te tamamen kapatılmıştır.
Hayalde gerçeğe, akıldan duyguya geçişin olduğu kitabın sağdan ve soldan verilme olayında anlatılan şey batıni ile zahiri manaların içinde yaşamak mıdır? Yani kitabı kimi akıl ile (zahiri) sorgular ve kabul eder onu öyle yaşar, kimi de batıni tarafını görür yani sağından alır kitabı ve kendinde tecelli eder. Böyle mi nitelendirmeliyiz bu durumu?
Kur’ân da bu uyarının fazlasını yapan ayetler vardır; “defterleri sağ taraftan verilenler” “defterleri sol taraftan verilenler” “defterleri önden verilenler” “defterleri arkadan verilenler” . Kur’an bu anlamda çok önemli bir uyarıda bulunmaktadır. Ben diyorum ki defterlerimiz ne önden ne arkadan ne sağdan ne soldan verilsin. Defterlerimiz ortadan verilsin ki her yöne açık olsun. Pekiyi bu orta alan neresidir? Diye sorarsanız, cevap olarak; bu orta alan zihin‘dir derim..
Bazen dünyanın gidişine çomak sokmak ister insan. Görünen doğruların bu kadar saklaması ve insanların örtüyü gerçek sanması zorlar yüreğini ve taşar sözcüklere her iki apocryphada böyle bir sonuca ulaşılmış görünüyor. Gerçek neden gizlenir ve maskelenir ve neden insan gerçekliği kabul etmek istemez? Buda bir çeşit lanet mi?
Aslında gerçekler açık ve orada bizim görmemizi beklemektedirler. Yeter ki biz at gözlüklerini, dogmaları, şartlanmaları, hurafeleri bir tarafa bırakıp arayıp araştıralım, sorup soruşturalım…
Kitabınızın fiyatı 33 TL neden 33?
İnsanlığın Apocrypha’sı adlı kitap kendi içinde çok önemli mesajları içermekle birlikte, fiyatı dahi mesaj içeriklidir. Kitabımızın fiyatının belirlenmesi hiç bir şekilde ticari düşünülmeyip sembolik olarak tercih edilmiştir. Bu karar yayıncımın değil, tamamen benim seçimimdi. Pekiyi neden “33” ?
3+3 = 6 eder. Sembol dilinde altı insanın sayısıdır.Ayrıca bu sayı yan yana olduğunda 33 okunur. Bu yeryüzüne inen tanrıların iniş yaptıkları koordinattır. Tanrılar Herov Dağına 33. kordinatlarda gelip gitmişlerdir. Şayet tanrıların; insan üzerinde yarattıkları bilincin ne olduğunun farkına varabilirsek; Yaratıcı’yı tanımak için bir adım atmış olacağız..
Son olarak İndigo Dergisi okurları için bir şeyler söylemek ister misiniz? Belki de hayat amacınızı duymak isterler okurlarımız?
Hayat amacım “kendini bilmek”tir. Çünkü kendini bilemeyen kimseyi bilemez..
Teşekkürler Nimet Erenler Gülkökü; mutlu yarınlar için attığınız her adımın arkasında durmaya devam edin, siz ışık taşıyan birisiniz ve ışık taşıyan herkesin üstü örtülmeye çalışılır, ateş ne kadar büyükse örtü o kadar çabuk yanar ve kül olur. Büyümeye devam…
Bu güzel röportaja fotoğraf çekimiyle eşlik eden Fotoğraf sanatçısı Serpil Sincar‘a da ayrıca teşekkür ederiz.
Özel Röportaj: Mustafa Ceceli