Peki o yaşam nerede? Binalar ve evler yeşillikler arasında planlanmıştı

Yaşam, insana, hayvana, doğaya değer duyan, canlı cansız her şeye özen gösteren, paylaşımcı bir tarzdaydı. Tüm kurumlar, yaşamın güzelliği için çalışan merkezlerden oluşuyordu. Çocuklar henüz küçücükken yetenekleri doğrultusunda eğitiliyor, herkesin yaşamı devletin sağladığı sosyal olanaklarla güvence altına alınıyordu. Binalar ve evler yeşillikler arasında planlanmıştı…

Peki O Yaşam Nerede? Binalar ve evler yeşillikler arasında planlanmıştı…

Bu da diğerleri gibi sıradan bir gündü kadın için. Soğuk, karanlık bir gün… Rutubet kokusu ve küf, eski eşya kokusu gibi pek çok garip koku hakimdi odaya. Ve kadın, yığınlar halindeki birçok köşede bekleyen şişe, plastik atık, çeşitli teneke kutular, borular, metal parçalar ve akla gelebilecek her türlü kalıntıyı eleyerek, ayrı ayrı çuvallara atıyordu. Yerde bir köşede sanki minik bir kedi yavrusuymuşçasına mırıl mırıl sesler çıkaran, eline ne geçirdiyse dişleyerek oynayan bir bebek vardı. İçeri gelen uğultu gittikçe artıyor, çerçevesine naylon ve çeşitli renklerdeki paçavralarla kapatılmaya çalışılmış camı ara ara kırılmış pencere ile aralık kapının altından gelen ayaz, havanın ne denli soğuyacağının habercisi gibiydi.

Bu durum, kadını daha da telaşlandırıyordu. İşini yapmaya devam eden kadının dikkatini, poşetlerin içinden sıkıca bağlanmış bir torba çekti. Merakla torbayı açınca içinde ağzı iyice bağlanmış birkaç torbanın daha bulunduğunu gördü. Eliyle yokladı ve burnuna götürünce yemek kokusunu farketti. Birden heyecanlandı. Acaba neydi?


O anda birkaç çocuk kahkahası, kapının çarpılarak büyük bir gürültüyle açılmasıyla, o zamana kadar sessiz olan odayı doldurdu. Çocuklar birbirlerini yakalamaya çalışarak koşuşturuyorlardı. Kadın bir an irkilse de torbaları büyük bir özenle ve heyecanla açmaya devam etti.

Üç ayrı poşetin ilkini açtığında içinden tereyağı ile kızartılmış olduğu kokusundan anlaşılan erişte makarna, kadının ellerinin titremesine sebep oldu. Hemen bir kenara koyup, diğer poşeti açmaya koyuldu. O poşet diğerine göre daha vıcık vıcıktı, içinde sulu bir şeyler olduğu aşikardı.

Neredeyse üç kişinin doyacağı kadar zeytinyağlı taze fasulyeyi görünce, hemen gözleriyle bir kap aradı, bir yandan da yerde oynayan bebeğini kolaçan etti. Bu arada ikisi kız, ikisi erkek olan çocuklar, annelerinin sessizce ne yaptığını merak ederek ona doğru koştular. ‘Durun, döktüreceksiniz!’ diye bağırarak telaşlan kadın, onları bedeniyle itti. Becerikli bir hamleyle, elindeki kabın içine poşeti döktü, çocukların yetişemeyecekleri yükseklikteki tahta bir rafın en üstüne koydu. Son poşette ne vardı acaba? O da yumuşak kıvamdaydı. Kadının açtığı son poşette de zeytinyağlı pırasa vardı. Bir anda üç çeşit yemek görmek, kadını neşelendirdi ve tüm yorgunluğuna değdiğini düşündü.

Gün içinde neredeyse her apartmanın önünde duran büyük çöp bidonlarından çöpleri ayrıştırarak, içinden işine yarayabilecek olanları seçiyor ve kendi çuvalına dolduruyordu. Çocuklarını da yanında götürüyor ve kendisine yardım etmeleri için eğitiyordu. Kadının işi buydu. Her gün düzenli olarak çöpleri karıştırmak ve içlerinde işlerine yarayabilecek her şeyi kendi çuvalına seçmekti.

Birkaç küçük çuvala da bu tip yiyecek olabilecek malzemeleri koyuyordu. Çöpleri atan her kimse, insaflı biriydi belli ki. Yemek artıklarını ayrı ayrı poşetlemişti. Gülümsedi, bugün çocuklarına ziyafet çekecekti.

Aynı anda içeriye, üstü başı yırtık pırtık, rengi kaçmış giysileri olan bir adam girdi. Adamın kendisi de en az kıyafetleri kadar kirli görünüyordu. Sırtını büyük yığınlara doğru dayayarak, belini düzeltmeye çalıştı. Çok yorgun olduğu her halinden belliydi.

Kadın bir adama, bir çocuklara baktıktan sonra hızla dışarı çıktı. Amacı kocasının bugün nasıl bir kazançla döndüğüne göz atmaktı. Tekerlekleri olan kocaman çuvaldan araba, tepesine kadar dolmuştu. Sevinçle içeri döndü ve artık mızıldanmaya başlayan bebeğini yerden alarak memesini açtı. Bebek, artık su gibi gelen annesinin memesini hala emmeye devam ediyordu. Bu sonuncu minik erkek de neredeyse 20 aylık olmuştu. Dişlerini annesinin memesinin uçlarına geçirdi… 

Acı ile haykırdı Meyra. Gözlerini kırpıştırarak nerede olduğunu algılamaya çalıştı. Nem ve küf kokusu, yerini kızarmış ekmek ve omlet kokusuyla yer değiştirdi. Bembeyaz perdelerden içeri sızan gün, güneşli bir günün habercisiydi. Perdeler tatlı bir esintiyle uçuşurken, serçeler sabah serenatlarını yapmaya başlamışlardı bile. İçi sevinçle doldu.

Yatakta otururken, kollarını başının üstüne doğru uzattı ve esnetti. Bir anda istemsizce göğsüne doğru gitti eli. Sızlayan göğüs uçlarını kontrol etti. Bu nasıl olabilirdi. Sanki uyurken bambaşka bir yaşama gitmişti. O kadın kimdi?

Ayağa kalktı, bembeyaz, yumuşacık halıya gömülen pedikürlü ayaklarını fark etti. Oysa diğer kadın ne kadar bakımsız ve ayakları yara bere içindeydi. Banyoya doğru yürüdü, dosdoğru aynaya gidip, eğilerek yüzünü inceledi. Yüzüne su atarak kendine gelmeye çalıştı. Rüyasındaki kadınla benzerlik aradı, bulamadı. Ama nasıl bu kadar yoğun bir şekilde o kadını kendisi olarak hissedebilirdi ki. Beş tane çocuğu vardı onun. Oysa kendisinin henüz bir tane kızı vardı. İçi buruldu, rüyasında gördüğü diğer çocuklara karşı özlemle doldu. Ne oluyordu böyle?

Kemik rengindeki saten geceliğini sıyırıp çıkardı ve duşa girdi. Sanki günlerdir yıkanmamış gibi bütün bedenini ovalayarak duş aldı. İçeriden eşinin kendisini kahvaltıya beklediğini söyleyen sesiyle kendine geldi. Gözünü yumsa rüyasındaki kadın olabilecekti sanki. Üzerine ince bir elbise geçirerek kahvaltının hazırlanmış olduğu terasa doğru yürüdü. Eşi yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle; “Günaydın hayatım” diyerek karşıladı kendisini. Minik kızı da babasıyla birlikte kucağında kedisiyle oturmuş kahvaltı yapmak için kendisini bekliyordu.


Annesini görünce ellerini çırparak sevincini belli etti. Meyra’nın kızı henüz beş yaşına basmıştı. Meyra ve eşi kızlarına sevgi ve güven dolu bir yaşam sunmuşlardı. Kızına büyük bir coşkuyla sarılıp, kocasının yanağına öpücük kondurdu ve keyifle kahvaltısını yapmaya başladı.

Kafasında düşünceler ve rüyasındaki görüntüler olsa da bu sabah, kahvaltısını daha bir keyifle yaptı. Eşini işe, kızını da kreşin sevimli görevlisine teslim ederek uğurlayan Meyra, kendisiyle baş başa kaldığında salondaki kanepeye kıvrılarak gözlerini kapadı ve etkisinden kurtulamadığı rüyasını düşünmeye başladı…

Nasıl bir yaşamdı rüyasındaki yaşam? Onları düşündü, bu tür bir yaşam, şartlarıyla bir insanın yaşayabileceği bir şey değildi. Göz kapakları ağırlaşmaya başladı ve yine rutubet ve küf kokusu…

Rüyasındaki odanın kokusu ve görüntüsü netleşmeye başladı. Kucağında emerken uyuttuğu bebeğini yanındaki eski bir şilteye yatıran kadın, yere eski bir örtünün üzerine hazırladığı sofrada üçü de ayrı renk ve biçimde, üç ayrı yemek tabağındaki yemeklerle, ailesine ziyafet çekiyordu. Hepsi de neşeliydiler.

Elif’in gözleri daldı karnı doydukça. Zaten iyice küçülen midesi birkaç lokmayla doymaya başlamıştı son günlerde. Kocası kabaca azarladı Elif’i. Dalıp dalıp ne düşünüyordu yine?

Elif bu azarın ardından gün içinde yaşadığı sıkıntıları aklına getirip; “ne olacak, insanların azarları, iteklemeleri, acıyarak bakmaları, güvensiz davranışlarına alıştım artık!” diye terslendi. Sonra hırsını en yakınında oturan ve hala yemeye devam eden büyük kızından çıkarmak istercesine kafasına vurarak itekledi; “hadi uyuyun artık, kardeşlerini al yatağınızı yapın uyuyun!” dedi. O da kardeşlerine aynı zulmü uygulayarak, mızıldanmalarına aldırmadan yataklarını hazırlamaya girişti diğer kız kardeşiyle. Artık şeklini iyiden iyiye kaybetmiş, delik deşik olan şilteler onların dinlenmek için sığınaklarıydı adeta. Gözlerini kapar kapamaz uyudular bir tanesi hariç.

Küçük kız düşünüyordu; ‘neden insanlar bize kötü davranıyorlar, itiyorlar, azarlıyorlar’ Babam anneme, annem ablalarıma, ablalarım da bize. Bu nasıl bir dünyaydı böyle? Herkesin birbirini ezdiği…

Meyra huzursuzca kımıldadı ve yavaşça gözlerini açtı, kendi sevgi ile örülmüş dünyası ise tamamen farklıydı. İnsanlar birer sevgi yumağıydılar. Yaşam, insana, hayvana, doğaya değer duyan, canlı cansız her şeye özen gösteren, paylaşımcı bir tarzdaydı. Tüm kurumlar, yaşamın güzelliği için çalışan merkezlerden oluşuyordu.

Her insan henüz küçücükken yetenekleri doğrultusunda eğitiliyor, herkesin yaşamı devletin sağladığı sosyal olanaklarla güvence altına alınıyordu. Okullar, yaşamı en güzel pratik edebilecek şekilde düzenlenmişti. Binalar ve evler yeşillikler arasında planlanmıştı.

Akıllı yapılar birbirleriyle yarışıyordu tasarımlarında. İnsan, yaşamı güzelleştirmek için çalışıyordu artık. Kin, nefret, savaş, bu insanların yaşamında yoktu.

Meyra kısacık şekerlemesinden dünyasına uyandığı için mutluydu, gülümsedi kendi cennetine…


Dışarıdaki çocukların şen kahkahaları insanın içini huzurla dolduruyordu. Herkesin sevgi, saygı ve hoşgörüyle yaşadığı böylesi bir yaşamdaydı işte! Peki öyleyse ya rüyasındaki yaşam neredeydi? Saatindeki takvime baktı; 22 Aralık’ı gösteriyordu…

Ruhsal yolun kuralları ve etikleri insani bilinçten ötürü değişiklik gösterebilir.


Hale Karaarslan
İndigo Dergisi’nde Yazı İşleri Müdürü ve Yayıncı olarak görev yapıyor. İndigo Dergisi’ni kendisi ve yazarlar için bir okul olarak görüyor. Yaşama ve insana dair pek çok şey öğrenerek, yürekleri sonsuz güzellikle çarpan bir sevgi ailesinin içinde her gün biraz daha maskelerinden arınarak, özünü, kendi olanı buluyor. İki harika çocuğunun öğretmenliğinde ve eşinin her konuda kendisini destekleyen sevgisi eşliğinde öğrenmeye devam ediyor. İstanbul ve Marmaris'te yaşıyor.