Eski okült bir deyiş “V.İ.T.R.İ.O.L; Visita Interiora (Interiorem) Terræ (Tellus) Rectificando Invenies Occultum (Operae) Lapidem” der. Ünlü bir simya deyimidir bu. Anlamı ise “Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli taşı (felsefe taşı’nı) bulacaksın.”dır.
“Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra da onu aşağıların aşağısına attık” diye geçer Kuran’ın Tin suresinde. En güzel şekilde yaratılmış bir varlığın, en aşağıdan en yukarıya gidiş serüvenidir aslında hayat. Bütün bu sahne bunun için düzenlenmiştir adeta. Herkes, aşağıdan yukarıya koşuşturur durur.
Bu, esasında ruhların sevgi dolu yarışıdır. Bir yarıştır ama kendi benliğimizle olan yarışımızdır. Yarışı bitirenler, diğer yarışanlara yardım etmeye devam eder. El ele, yürek yüreğe, zihin zihine, en üste doğru koşarız. “Ve O’na döndürüleceksiniz.” Der yine kutsal kitap. O’na dönmek içindir bu kadar çaba, eziyet, sıkıntı. O’na dönmüş olanların acı çekerek dünyada yardım etmelerinin sebebi ise hepimizin sonunda kavuşacağı, bir olacağı gerçeğidir. Bu yüzden yardımlar esirgenmez. Bu, el ele, gönül gönüle ilerlenen sevgi dolu bir yarıştır.
Aynı kaynaktan gelen bunca ruh, aynı kaynağa geri dönecektir mutlaka.
Dönecektir ama anlamayız niye bu kadar yol var? Bu kadar din var? Bu kadar öğreti, bu kadar farklı düşünce kalıbı var? Bazımız muammada kalır, bazımız çıkamaz işin içinden, bazılarımız ise hepsini reddeder. Kimi ermişlere bakarız, her yolun O’na çıktığını anlatırlar. “Mutlak hakikat ve her şey O ise O’na çıkmayan bir yolun olması mümkün mü!” derler.
Kişi elbet O’na varacak O’nla bir olacaktır ama doğru zaman ve doğru yaşamda diye açıklarlar. Bunlar da ayrı kafamızı karıştırır. “Hani kötüler cehennem ehli olacaktı? Hani O’na dönmeyeceklerdi? Hani O’nu görmeyeceklerdi?” deriz bazımız. Bazımızın işine gelir buna inanmak, bazımızın işine gelmez. “İyiyle kötü hiç bir olur mu?” der kimisi. Kimisi ise ” Oyun bittiğinde şah da piyon da aynı kutuya girer.” Diye söylenir. Nedir bunun doğrusu, eğrisi? Her yol Hakk’a mı çıkar gerçekten.
Eski okült bir deyiş
“V.İ.T.R.İ.O.L.; Visita Interiora (Interiorem) Terræ (Tellus) Rectificando Invenies Occultum (Operae) Lapidem” der. Ünlü bir simya deyimidir bu. Anlamı ise “Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli taşı (felsefe taşı’nı) bulacaksın.”dır.
Simyanın felsefesine göre felsefe taşı, aydınlanmanın sembolüdür. Simyacıların asıl amacı felsefe taşını bulmaktır. Bunu bulmak için ateşle taşları sürekli arıtıp, damıtırlar. Taş ile taşları birleştirip üzerlerinde çalışırlar. Ve bilirler ki aslında taşları ateşle arıtırken, arındırdıkları taşlar değil kendi ruhlarıdır.
En nihayetinde söylenceye göre taş en mükemmel haline ulaşır yani felsefe taşına. Felsefe taşı, ölümsüzlüğü verirken, her maddeyi altına çevirme gücüne de sahiptir. Yine bu da aslında sembolik bir anlatımdır. Simyacılar, öze dibe inerek, arınmanın sembolü olan ateş ile ruhlarını arındırmış ve nihai bilgeliğe, aydınlığa ulaşmayı hedef almışlardır. Altın, bilgeliğin, aydınlanmanın sembolüdür.
Bu yüzden felsefe taşı aydınlanmış, bilge olmuş, O’na ulaşmış insanı anlatmaktadır. Vitriol söylencesinin temel felsefesine göre kişi ateşte arınmadan, cehenneme inmeden ve nihayetinde öze dönüşmeden aydınlanamaz.
Kuran’da, Meryem suresinin 71. ayetinde “İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu Rabbinin kesin bir hükmüdür.” Denmiştir cehennem için. Bu tam olarak nedir ki herkes oraya bir kere uğrayacaktır? Ateşten geçmenin manası nedir? Acaba bir azap mı yoksa ruhun yükselmesi için arınması gerektiğini anlatan bir işaret mi? Belki de söylenmek istenen vitriol’de olduğu gibi kişinin O’na ulaşması için arınması, saflaşması gerektiğidir.
Ve evrensel arınma sembolü olan ateş üzerinde durulması bu yüzdendir. Belki de bu yüzden aşk ile Mevlanalar yanmaktadır. “Hamdım, piştim, oldum.” Demeleri, Allah aşkından cayır cayır yanmalarının sebebi budur belki de. O yüzden ateş ile “oluruz” tüm derin deyişlere göre. Ateş, azabın değil aşkın unsuru olabilir. Aşkın ateşi dahi olsa, ateşin yapısıdır acı vermek. Bu acı kişiyi zorlasa da, hamlıktan çıkarıp, arındırıp, pişirip olduracaktır.
Peki nedir farklı olan? Tanrı mıdır?
Tüm kültlere baktığımızda hepsinde ki Yaratıcı inancı aynıdır. Mu inancından bu yana, aynı Yaratıcı inancı temel ve en derin felsefe olmuş ve bütün inançlarda yerini almıştır. Hepsinin özünde “Bir olan Yaratıcı” inancı vardır. İhlas suresinde; “Ey peygamber! De ki; Allah birdir, tektir. O Allah Samed’dir/ ezeli ve ebedidir, her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. O ne doğurmuş ne doğmuştur. Ve O’nun hiçbir dengi de yoktur.
” Bu dört ayet tüm inançların temelinde ki Yaratıcı inancının özünü vermektedir. 4 cümleden oluşan bu ayet Hakikat ile ilgili en önemli perdeyi kaldırmaktadır. Tasavvuf’un neredeyse temel taşlarından birini oluşturup, en derin bilgilerden birine işaret etmektedir. 4 ayet üzerine ciltler yazılmakta, yorumlar yapılmakta, O’na ulaşmak için tüm hayat feda edilmektedir.
Mu inancında, Yaratıcıya “O” denirdi. O’na hiçbir isim verilmezdi çünkü O’nu hiçbir ismin tanımlayamayacağına inanılırdı. Her şey O’ndan gelmiş olarak söylenegelirdi. Bakın Taoizmin kurucusu Lao Tzu Yaratıcıyı nasıl ifade etmiş; “Kelimelerle ifade edilebilen Tao, ebedi Tao değildir. O, bir ismi olmadığı yerde göklerin ve yerin başlangıcıdır. Eylemsiz olan O isimden münezzehtir. O isimsiz olandır.” Hermetik inanç hermes’ten ileri gelmektedir. Hermes ise thot’a tekabül eder.
Bu yüzden mısır ve yunan kökenli ezoterik bir inanç sistemidir. Mısır dininde bir sürü görevli tanrı ve tanrıça vardır. Bunlar ölümlü varlıklardır ve sistemde görevlilerdir. Ama asıl bunların üzerinde Atum denen bir Yaratıcı vardır. Asıl var olan tek olan odur. Bakın hermetik şiirin bir bölümünde Atum’u nasıl anlatılmıştır;
“Bütün dikkatinizi bana veriniz
ve düşüncelerinizi toplayınız,
çünkü Atum’un Varlığının Bilgisi
derin anlayış ister,
sadece onun ihsanıyla gelen bir lütuftur.
Engel tanımayan bir sel gibidir,
hızıyla geride bırakan
onu izlemeye çalışan herkesi,
önüne geçtiği dinleyiciler değildir sadece,
öğretmen bile yetişemez ona.
Atum’un kavranması zordur.
Onu tanımlamak imkansız.
Mükemmel ve kalıcı olmayanlar
kolay kavrayamazlar
sonsuza kadar mükemmelleşmiş olanı.
Atum bütündür ve süreklidir.
O, hareketsizdir kendi içinde,
yinede kendini hareket ettirendir.
O, kusursuzdur,
bozulmaz ve süreklidir.
O, Yücelerin Yücesi Mutlak Gerçekliktir.
O, fikirlerle doludur
duyuların algılayamadığı
ve herşeyi kucaklayan Bilgi’yle.
Atum Asli Zihindir.
O, çok büyüktür,
”Atum” adıyla anılmayacak kadar.
O, gizlidir,
yinede apaçıktır heryerde.
Onun varlığı bilinir düşünce yoluyla ancak,
yinede onun suretini görürüz gözlerimizin önünde.
O, bedensizdir,
yinede herşeyde vucut bulmuştur.
Onun mevcut olmadığı birşey yoktur.
Ona hiçbir ad verilemez,
çünkü bütün adlar onun adıdır.
O, herşeydeki birliktir,
bu yüzden onu bütün adlarla bilmeliyiz
ve herşeye ”Atum” demeliyiz.
O herşeyin köküdür kaynağıdır.
Herşeyin bir kaynağı vardır
kendinden başka,
hiçlikten doğan bu kaynağın
Atum bir sayısı gibi tamdır,
o kendisi kalır
çoğalsada bölünsede,
yinede tüm sayıları üretir.
Atum Bütün’dür;
O herşeyi içerir.
O Bir’dir iki değil.
O Bütündür çokluk değil.
Bütün birçok parça değildir,
Sadece kısımlardan oluşmuş bir Bütündür.
Onlara ayrı ayrı baktığınız zaman,
herşeyin çok olduğunu düşünürsünüz.
Ama gördüğünüz zaman hepsinin Bir’e ait olduğunu
ve Bir’den aktığını,
tüm parçaların bütünleşmiş olduğunu
ve birbirleriyle bağlantılı olduğunu anlayacaksınız.
En yücesinden en alttakine kadar herşey
bir Varlık zinciriyle
Atum’un iradesine bağlıdır.”
Yollar ne kadar farklı olursa olsun, özümüz hep aynı şeyi söyler. Gidiş öyle ya da böyle aşka ve aşk ile O’nadır. Tekamül etmenin amacı da, sonucu da bu yöndedir. Ne kadar farklı ruh varsa o kadar farklı yol ve deneyim vardır. Yollara uzun ya da kısa olabilir, engebeli yada kolay olabilir.
Ne şekilde veya nasıl olduğunun bir önemi yoktur. Eğer sonuca götürecekse bir sorun da yoktur. Bu yüzden, belki de her ruhun ilk öğrenmesi gereken şeylerden biri yargılamamaktır. Her insanın hayata bakış açısı faklıdır. En basit bir nesneye bile baktığında herkesin düşüncesi ve o nesneye bakış açısı değişecektir.
Kimisi o nesneden hoşlanacak, kimisi hoşlanmayacak, kimisi eski bir sevgilisini kimisi ise anne yada babasını hatırlayacaktır. Kime neyin çağrıştırdığını bilemeyiz. Haliyle hangi çağırışımın doğru olduğunu tartışmakta bir o kadar saçmadır. Hepsi doğrudur. Bundan dolayı yargılama yapılan en büyük hatalardan biridir.
Yargılamadan, birbirimize destek vererek ve en önemlisi ayırt etmeksizin saf bir kalp ile severek bu serüveni tamamlamak en makulüdür. Aşk ile bütünleşerek, O’na doğru ilerlemek hepimizin farkında olmadan yaptığı bir şeydir. Doğamızda vardır en öze inmek. Aslında bir tarafımız oraya çekilir hep.
Kimimiz bundan kaçsa da, mutlaka her insan belli yaşamında, o özün çağrısını duyacaktır. Önemli olan bazen kalbin saflığı ve iyi niyettir bu yüzden. Beraberinde gelecek arınma ve aşkın ateşiyle pişme evreleridir. Sonrası ise ancak ermişlerin anlayabileceği derin bir sırdır. Ama şunu biliyoruz ki O’nun aşkının zerresinin zerresi bile bizi kendimizden geçirmeye yetecektir.
En büyük niyet ve amaç budur belki. O yüzden “Neyi arıyorsan O’sun sen!” demiştir Mevlana. “Can konağını aramadaysan, cansın; bir lokma ekmek arıyorsan, ekmeksin. şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir: neyi arıyorsan O’sun sen.” Öyleyse kişinin değeri belki de aradığı şey kadardır dersek pekte yanlış olmaz.
Niye aradığımız şeyi daraltalım, sınırlandıralım. Her ruhun arayışı aynıdır ama her nefsin bir değildir. Nefs ve irademiz ile ruhun arayışı bütünleştiğinde o zaman tam bir huzur meydana gelir. Madem O’nun bir parçası, dolayısıyla O’yuz. Öyleyse ne diye sınırlandırırız kendimizi. Ne diye gönlümüzü dizginlemek için uğraşır, ruhumuzu sustururuz.
Niçin akışa bırakmaktan korkarız? Ruh ve gönül özgür olduğunda, akışa kendimizi bırakmayı öğrendiğimiz de zaten nihai sonuca götürecektir bizi. İşte söylencelere göre hepimizin verdiği sınav budur. Umarım ki her ruh kendi amacını bulur ve vazifesi doğrultusunda bu evrene bir şeyler katar. Evren olarak huzurlu ve uyumlu olmanın mutlak yolu budur. Herkesin aşk ile yanması dileğiyle…
Yazar: Efe Elmas | Ekim 2009