Affetmek. Sorun içerideydi. İçerilerde bir yerlerde. Affedilmeyi bekleyen her şey bizim engelimiz. Herkesin hikayesinde bir affedememe çelişkisi bulunuyor.
Affetmek… İnsanoğlunun içsel kargaşalarının pençesinde kimi zaman yanlış anlaşılmış, kimi zaman kabul edilmemiş, kimi zaman da dalgası geçilmiş bir kavram. Nitekim kafanızı yastığa koyduğumuz zaman kafamızın içini kemiren o sesleri bir salıversek? Biraz da affedebilsek mi ne?
Günün birinde, tenha bir köyde yaşlı bilgeye sormuşlar:
-Ey bilge; ‘yaşamın sırrı nedir?’
Yaşlı bilge gözlerini ufka daldırarak;
– Doğruyu yapmaktır.
Soruyu soran köylü cevabını alamamışçasına devam eder;
-Peki, bu doğruyu nasıl yapacağız?
Bilge hiç istifini bozmadan cevap verir;
-Deneyimleyerek.
Köylü hala direterek;
-E iyi de nasıl deneyimleyeceğiz?!
Bilge:
-Yanlışı yaparak.
Her şey o “ilk kararı” aldığınız an başladı değil mi? Kimine göre çok yanlış gelen size doğru geldi veya tam tersi oldu. Her iki durumda da, zıt düştükleriniz ve arkanızı döndüklerinizle ördüğünüz bir “pişmanlık listesi” hayatınızın gündemine sertçe oturdu. Derler ki, hayatta güçlü olabilmek için acıya göğüs gerebilmeyi bilmek gerekirmiş. Derler ki, “öldürmeyen acı, güçlendirir”miş.
“Yanlışlar” diye tabir edilen birçok değer hayatımızda görmek istemediğimiz veya yüzleşmek istemediğimiz olgulardan oluşur. Nitekim, onları ittikçe birer çığ misali gibi artan hacimleri etrafımızı sardığında bir şekilde “unutmaya zorlamanın” gerçek çare olmadığını anlarız. İlişkilerimiz, hedeflerimiz, kariyerimiz, başarılarımız ve başarısızlıklarımız her birinin etkileri bizim sınırlarımızı belirler. Bazı düşüncelere göre, hayatta yaptığımız yanlışlar ve doğrular bizi tanımlarmış. Bilmem siz katılır mısınız ancak benim “yanlış” kavramının bizi tanımladığına biraz karşı çıkmak isterim. Bizi “biz” yapan, yanlışlarımızın “ne olduğu” değil, onlarla “nasıl başa çıktığımızdır”. İşte tam o noktada, kim olduğunuz veya olabileceğiniz tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilir.
13 yaşımdayken başımdan geçen bir olayı anlatmak isterim: O zamanlar, yeni tanımaya başladığım ezoterik felsefenin dünyası, beni sanki “evimi bulmuşçasına” huzurlu bir ruh haline bürümüştü. Öyle ki spritüel metinleri okumanın verdiği haz, bir çocuğun o saf mutluluğunu kendimde ilk kez hissettiğim zamandı. O zamanlar yardımını aldığım ve kendisinden çok şey öğrendiğim bir akıl hocam vardı. O zamanlarda spritüel girişimlerim dışındaki dünyam oldukça karanlık ve kaos doluydu. Ailemdeki büyük parçalanma yaklaşıyordu ve annemle babam arasındaki uçurum gittikçe artıyordu. Durum böyle olunca, kendimi bulduğum bu spritüel bakış, aynı zamanda içinde saklandığım “fil dişi kulem” oluvermişti. Akıl hocam, bana o zamanlarda sadece konuşmamı ve paylaşmamı istiyordu. İçimden geçenler ve çatışanların, dışarıya aktarılmasındaki şifaya inanıyordu ve çocuk bakış açımla çevremde olanları ne kadar üzgün karşıladığımı anlatmamı istiyordu; ve zamanı geldiğinde bana hiç unutmadığım o konuşmayı yaptı:
“Zamanı gelecek Onur’cuğum, zamanı gelince dönüp arkanda bıraktıklarının gölgesinin gelecekteki engellerinden başka bir şey olmadığını göreceksin. Arkanı döndüğün her şey, geleceğine ördüğün o kalın duvarın ta kendisi olacak. İşin kötüsü, duvara çarptığın andaki acının seni uyandırıp fark etmeni sağlayacak olması. Durum böyle olunca, sana tek tavsiyem büyü ve affet. Çünkü sen affetmezsen hiçbir şeye bitti diyemezsin.”
Hiçbir şey anlamamıştım. “Affetmek mi?” “kimi affedecektim?” ” Hep suçlu gördüğüm babamı mı?” Kafamı bu soruların allak bullak ettiği bir dönemdeyken, hocam yine o sakin tavrıyla “Zaten şimdi değil, zamanı gelince.” diye zamanın altını çizen açısını yine vurgulamıştı.
Lise döneminde insan ilişkilerinde zorluklar, kendimi ifade edememe ve sürekli “bastırılmış” olmanın verdiği yorgunluğun pençesinde battığımı hissediyordum. Hiçbir yerde yanlış yapmadığıma inanıyordum üstelik herkesin “yaşına göre ne kadar olgunsun!” sözlerine rağmen neden içimde son derece kalbi kırık bir çocuğun hıçkırıklarını hissediyordum? Sorun neredeydi?
Sorun içerideydi. İçerilerde bir yerlerde, “affedilmeyi bekleyen” her şey benim engelimdi.
Sonrasında “affetme” kavramıyla ilgili çok araştırma yaptım ve karşıma çıkanlar aslında bu kavramı ne kadar yanlış “yargıladığımı” gösterdi bana. Affetmek unutmak ve sineye çekmek değildi; affetmek, “serbest bırakmak” demekti. Bir anne kuşun, yavrusunun artık uçmaya hazır olduğunu hissettiğinde onu yuvadan uğurlaması gibi bir şeydi “affetmek”. Çünkü bizler uğurlamadıkça ne onlar gider, ne de beklediklerimiz bize gelir.
Affetmek, insanoğlunun kendisine ve çevresine verebileceği en kıymetli hediyedir bence. Aynı hediye, çok güçlü de bir erdemdir ayrıca. Bir düşünün, sizi yoran, yıpratan, üzen ve yaralayan her ne varsa hayatınızda onların kaynaklarına bir göz atmayı denediniz mi? Affetmek, kaynağı görmek ve onunla artık bir işinizin olmadığını, kendi yolunuzda ondan bağımsız yürümek istediğinizi belirten açık mektubunuzdur. Evrene, “ben artık yeni kapımı açmak istiyorum!” mesajınızdır. Geçmişten gelen zincirlerinizi kopartan kahramanınızdır.
Affetmek, kolay değildir tabii ki. Metinlerde yazması kolay, konuşması kolay ancak pratiği çok zordur. Nitekim benim kendi içsel çatışmalarımı affetmemi sağlayan en önemli ilaçlarımı sıralamak isterim size;
1 – Kabullenme:
Olan her ne ise, onun “olduğunu” kabul etmek ve “yüzleşmek”. Kimi zaman kabullenme “sır” olarak nitelendirdiğiniz bir şeyi güvendiğiniz bir dostunuza açabilmek, kimi zaman da ayna karşısında kendi kendinize söyleyebilmektir.
2 – Dolunay Banyosu:
Tepkinizi görebiliyorum. Bu kadar psikolojik içerikten sonra “dolunay banyosunun” tamamen bir benzetme olacağını düşünseniz de, tam olarak değil. Dolunay, ay enerjisinin ve doğal olarak “dişil enerjinin” bizlere en “doğrudan” ulaştığı anlardan biridir. Dişil enerji anaçtır ve derin sezgilerimize nüfuz eder. Dolunay meditasyonları ve “Dolunayda affetme” çalışmalarının birçok kişiye yarar sağladığını bizzat hem kendimde hem de başkalarında gördüm. Unutmayalım hayatımızda “sihir”, biz ona inanmaya başladığımızda ortaya çıkar. Kafanız mı karışık? Affetme ile ilgili bloklarınız mı var herkes gibi? Çıkın, dolunayın altında bir yürüyüş yapın, düşünün. Düşüncelerinizdeki berraklık ve çözümlerinizdeki hızlılık dikkatinizi çekecektir.
Bu iki faktörü saydıktan sonra, yazımın başlarındaki “bilge-köylü” diyaloguna dönmek istiyorum. Hayatımızda karşılaştığımız her sınav, bizi denemek için vardır. Denemenin sonunda bu problemlerle “nasıl” başa çıktığımızda kim olduğumuzu oluşturur. Her nerede iseniz, her ne yapıyorsanız, şu an bu yazıyla size ulaşan her şeyi zaten biliyorsunuz. Sadece etrafı çeperlenmiş bir şekilde bir yerlere saklıyoruz bu bilgileri.
“Hatalarımız” dediğimiz olgular, bizi çoğu zaman doğruya götüren güçlü yönlendiricilerdir; onlardan “ders almayı” bilebildiğimiz takdirde. Hiç unutmuyorum, bir zamanlar kendimi çok yakın hissettiğim bir dostum tarafından oldukça sert bir şekilde ihanete uğramıştım. Lise yıllarımdı ve o yıllardaki psikolojimin de getirdiği gerginlikle bu durumdan çok olumsuz etkilenmiştim. En yakın dostum bildiğim insan, hakkımda olur olmaz şeyler diyor ve bunları insanlara inandırmaya çalışıyordu. İnanamıyordum, nasıl olurdu? Nasıl bu kadar “kötü” bir insana bağlanabilmiştim ben? Kör müydüm?
2 yıl sonra, tamamen değişmiş bir şekilde gelip benden özür diledi, “Beni affeder misin?” dedi. “Affetmem.” Dedim, neden affetmeliydim? Hayatta her şeyin bir bedeli olmalı ve o da beni kaybetmişti, bedeli buydu! “Neden affedeyim seni dedim?”
Bir anda içini döküverdi:
“Çünkü ben o kadar zalim olmasaydım bugün her şeyimi kaybetmeyecektim. Şimdi, kaybettiklerimin yerine hiçbir şey dolduramıyorum ve çok pişmanım.” deyip ağlamaya başladı. Donakalmıştım, telkin ettim ancak ben de ne olduğunu anlayamamıştım.
Sonrasında tüm hikâyesini dinledim. Nasıl bir sürü insanı kaybettiğini, hayatında her şeyin nasıl anlamsızlaştığını ve artık “iyileşmeye” duyduğu özlemi ve isteği… Birkaç sene önce nefret duyduğum insan, o gün acıdığım insandı ve aynı insan o gün beni “affımı” bekliyordu.
Hayat, maalesef çoğu zaman nedenleri görmeden “sonuçlara” takılı kaldığımız bir düzenle çevrili. Yanlışlar, hatalar, doğrular, suçlar, cezalar… Takılı kaldığımız bu düzeni de sürekli içinde bulunduğumuz o kapalı kutudan başımızı çıkardığımız anda fark ediyoruz. Kaç yaşında olursak olalım, hangi meslekten veya ne kadar bilgili olursak olalım, herkesin hikâyesinde bir “affedememe” çelişkisi bulunuyor. Affedip yolumuza devam edebildiğimiz sürece özgürleşebildiğimiz bu dünyada, kendimizi neden daha fazla tutsaklaştırıyoruz?
Değişim, pencereden dışarı kafamızı çıkarıp “burada yeni bir dünya varmış.” Dediğimiz an başlıyor. Hepimizin bunu yapabilecek kadar cesur olabilmesi dileğiyle…