Şehirlerde kaybolmuş, sistemin kölesi kesildiğinin farkında olmadan kendini ağa sananlar akıyor caddelerde. Haramiler tutmuş köşe başlarını. Uyanıklar ise aslında uykunun en koyu karanlığında geziyorlar.
Derdime derman ararken, düşüncelerim de böylesi aktı işte.
Herkesin payına bir deva düşer diyelim.
Şehirlerde kaybolmuş, sistemin kölesi kesildiğinin farkında olmadan kendini ağa sananlar akıyor caddelerde. Haramiler tutmuş köşe başlarını. Uyanıklar ise aslında uykunun en koyu karanlığında geziyorlar.
Ayılır gibi görünenler var orada burada dağılmış. Doğal akışın parçası olmak için çırpınıyorlar. Duydukları her sese, okudukları her yeni söyleme açıklar. Çayır çimen gezerek beslenen tavuğun yumurtasını arıyor, o yumurtanın bilge enerjisini bedenleri ile bütün etmeye çalışıyorlar. Keçinin sütünü dağın ardından aşırtıyor, eski tohumları bulmak için dedelerinin ambarlarını tırmalıyorlar.
Köyler bir başka alem. İşe koyulabilecek yerel insan neredeyse kalmamış. Nüfusun çoğunluğu yaşlılar ve sakatlardan oluşuyor. Şimdilerde köylülüğe niyetlenen ama omurgasını bükmeyi bilmeyen şehirliler de belirmeye başladı orta yerde. Hem bilmiyorlar, hem öğrenme hevesi içindeler, hem yereli dinlemek yerine, kulakları dışarıdan gelen çözümlere açık. Haramiler burada da boy gösteriyor. Köylüye iş öğretmeye kalkan da var, tansiyon aleti satmaya kalkan da.
Aslında her şey satılık olmuş… Bilgi de, ürün de, emek de!
Varoluşun aslı içinde satılık olan var mı? Yok tabi.
Varoluşun içinde akışın dengesi var. Dengeli akış içinde ise bütünün deneyimi var. Bütünün deneyim hali ise tam bir şifa halinde akmak… Doğal verici iseniz, zaten alıcı da olursunuz haliyle.
Kendi yaşam deneyimim içinde kentten köye geldiğimde kolumun eriştiği yerlerde market rafları yoktu, bahçeme uzandım. Tohumu bildikçe, suyunu verdikçe, dalından yedikçe beyin hücrelerime depoladığım bilgiler dönüşmeye başladı. Bilgi bilgeliğe doğru dönüşürken farklı bir boyuta doğru yol almaya başladım.
Önceleri sandım ki şehirdekine hatırlatmamız lazım, doğanın bir parçası olduğunu. Önce ona yoğunlaştım. Zamanın köydekini de bozmuş olduğunu, bilginin onun içinde kaybolmuş olduğunu, her şeyin para ile takas edilmek üzere sistemleştiğini görmeyi inkar ettim bir süre.
Belki yavaş bir süreç içinde, ya da hızlı bir süreç bilemiyorum ama hastalandım. Dengem bozuldu. Neden, nasıl derken yolum gene şifa arayışı ile kesişti… Kırk haramilerin yol kestiği ayrımlarda aklım karıştı.
Sakin bir şekilde resmi seyrettiğimde, dağılmış gibi görünen parçalar yerine oturdu.
Gözden kaçırdığım bütüncül bir felsefe vardı. Ben resmin ya bir yanını ya öte yanını görüyordum.
Zeytin diyordum, iki bin yıl yaşıyor. İçindeki moleküller henüz zeytin ağacını vurmamış tüm hastalıkları yenebilecek kudrette… Ve siz zeytin ağacının bakıcıları onu zehirlemezseniz kimyasal gübrelerinizle, dallarını kırmazsanız deli gibi, incecik yayılan kök sürgünlerini sürüp atmazsanız vereceği meyve insana da şifa olur… diyordum.
Şu bakıcılar, bahçıvanlar, çiftçiler, köylüler var ya toprağa tohum atan, su veren, gübreleyen, ilaçlayan; işte onların da sistem içinde köleleştiğini, sattığını ve satın aldığını görmeyi ret ettim uzunca bir süre. Oysa onlara da hatırlatmalıydık dilimiz döndüğünce doğada satış olmadığını. Ne ekersek onu biçeceğimizi… Kimyasal desteklerle büyüyen başakların, evlerdeki kimyasal ilaçları arttıracağını…
Bilgisayarımıza bir program yüklerken, virüs kontrolü yapıyoruz. Emin olmadan “çalıştır” komutu vermiyoruz. Birileri de bir yerlerde durmaksızın virüslü programlar üretiyor. Bilgisayarlarımızı bozarak var olabiliyorlar çünkü. Sistemdeki boşlukları tarıyorlar, sistemimize giriyorlar, bizi devre dışı bırakıyorlar. Bizi devre dışı bırakırken, onlar para kazanıyorlar.
Yediklerimiz de bedenimize giren programlar gibi. Bu programları nereden alıyorsunuz? Merdiven altı tezgâhlardan mı? Cicili bicili paketler içinde mi? Etiketlerini iyice okuyor musunuz? Kullanma talimatları? Üretildiği yerlere gidip bakıyor musunuz? Programları hazırlayanların niyeti ne biliyor musunuz? Kaygıları, endişeleri, hırsları, çevreye saygıları…
İşte bütün bu kaygılar içinde MS teşhisi konuldu bana. Hem de uzunca bir süre taşımışım belli ki bu hastalığı bedenimde. Beyinden mesajların ilgili organa doğru şekilde taşınamama hastalığı. Yani beyin yürü, dediğinde, bacaklarım duruveriyor… Dengem kaçıyor. Bunca kurcalarsam işin aslını, başıma gelene hayret etmemem gerek aslında.
Ben de en iyi bildiğim kaynağa; doğaya bakıyorum şimdi. Bedenimdeki mesajların doğru akışa geçmesi için ihtiyacım olan program mutlaka oradan bana göz kırpıyor olmalı.
Bütünün kendine has bir felsefesi var. Her şey bir biri ile bağlantılı. Bağlantıları koparılmamış, satılmamış olan bir şeyler olmalı mutlaka bir yerde. Tek bir molekül değil; moleküller, ilişkiler, ahlak, saygı, sevgi bir araya gelip yüklenecek bedenime inanıyorum.
Ve o zaman büyük bir güven ve teslimiyetle, sihirli düğmeme basıp, bedenime bu programı “çalıştır” diyeceğim.
Mesajım sizlere doğru ulaşıyorsa eğer, beynimden bedenime de mesajlar doğru akacaktır ki bu hepimizin şifalanmasıdır, değil mi?