Her başlangıç kendine mutlak bir son bulur!
“Rabbim bana bir hastalık vermiş, ama yanında bir de melek vermiş!” (Emre)
Şulem ile Emre tanıştıktan kısa bir süre sonra Emre’ye konulan lösemi teşhisi onların tüm hayatlarını değiştirmişti. Emre’nin Şulem’den tüm kaçışları boşa çıkmış, her defasında meleğini yanında buluvermişti.
Yaşamın acı doğurganlığı içerisinde gözlerini nerede açtıklarının hiçbir önemi yoktu. Önemli olan tek şey; kutsal saydıkları aşklarının gün gelip, gözlerini kapatmamasıydı. Aşk, onlar için ateşler içinde parçalanarak, yanıyordu.
Çaresizlik mi? Çaresizlik denilen kelime, diğer tüm sözcükler arasında en kahpe olanıydı. Birbirleri için çölde su, kapkaranlık gecede kandil, okyanusun dibinde mercan gibiydiler. Her ikisi de, hem tende, hem ruhta kırılmış, ama kopamamış bir dal gibi salınıyordu. Hasat zamanı mı? Boşverin gitsin!
Onlar hasatsız zamanların aşıklarıydı.
Ve bu hikâye geçmiş zamanların birinden ince bir sabırla çekilerek, kısa bir kesit olarak aynen şöyle dile getirildi:
Emre 41 derece ateş ile alev alev yanıyor, kemoterapiye cevap vermiyor ve bu yüzden onu hiçbir hastane kabul etmiyordu. Şulem yine tüm gücüyle dünyaya inat direniş merdivenlerini çıkmaya ant içmişti.
Emre hastaneye yatmak zorundaydı, çektiği solunum yetmezliğinden dolayı solunum cihazına bağlanması gerekiyordu. Şulem tüm direnişlerinin sonunda onu bir hastanenin yoğun bakım servisine yatırmayı başarmıştı. Şulem’in yoğun bakım servisine girmesi yasak olsa da, sevdiğinden bir adım uzakta olmaya tahammül edemediği için azimle bir yolunu bulmuş ve girmesi yasak olan odaya girmeyi başarmıştı.
Günler boyunca Emre’nin yatağının altına yani taşın üzerine gazete kağıdı sermiş, hemşireler onu görüp dışarıya çıkartmasınlar diye günlerce saklanıvermişti. Sırf sevdiği adama ait olan beden incinmesin diye ona toprak olmak ister gibiydi.
Öylesine geliveren sabahların birinde yoğun bakım odasının kapısı sert bir rüzgar ile açıldı ve içeriye doktor girdi. Doktorun odaya girmesiyle Emre’nin kusması aynı ana denk gelmişti. Artık ciğerleri iflas ediyordu.
Şulem iki elini açıp, tüm acıları avuç içlerine toplamaya çalışsa da, fırtınanın savurduğu deniz misali yoğun acı her yere durmaksızın boşalmıştı. Kahpe çaresizlik sırıtarak, zifiri yüzünü her defasında azimle gösteriyordu.
Emre hiç durmadan kusarken doktor, “Ben daha sonra gelirim ve artık sizinle mutlaka konuşmam gerek,” diye odadan ayrıldı. Şulem etrafı temizlemeye çalışırken Emre bitap düşmüştü. Birkaç dakika sonra kapı tekrar açıldı ve hayat, kaçınılmaz konuşmayı kayda almaya başladı. Hayatın kayda aldığı bozuk sesten çıkan sözler aynen şöyle diyordu:
“Aylardır buradasınız. Ne yazık ki, denediğimiz hiçbir tedavi sonuç vermiyor. Artık yapabileceğimiz hiçbir şey kalmadı. Herşeye hazırlıklı olmalısınız!”
Her şey!
Neydi bu her şey?
Ölüm mü?
Oysa onlar, üç senedir ölüm denilen şeyi ölümsüzlüğe çevirmişti. Gitmeleri, üzerlerine giyilemeyecek kadar küçük biçmişlerdi.
Doktorun son sözleri sırasında Emre yatağında yatıyor, Şulem ise ona sırtı dönük şekilde ayakta duruyordu. Şulem’in gözünden akan yaşlar hastanenin zeminine balyoz gibi iniyor, mimiklerini kendinden bile saklamak için büyük çaba sarfediyordu.
Doktor kapıdan çıkar çıkmaz kalan son gücüyle Emre yatağından kalkmış ve haykırmaya başlamıştı.
“Defol git! Odamdan ve hayatımdan hemen defol git! Allah belanı versin. Benim yanımda ne işin var? Beni neden bu kadar çok seviyor ve neden kendini bu kadar çok sevdiriyorsun? Sen olmasaydın, ben buralardan çoktan gitmiştim. Sen olmasaydın, en azından gözüm arkada kalmayacaktı! Neden, neden, neden…”
Emre odadaki herşeyi kırıp döküyor, çarşaflarını parçalayarak savuruyor, cılız bedeninde kalan son gücü de acısını dışarı akıtmak için kullanıyordu. Şulem, bedeni ve zihnindeki tüm haykırışları ondan saklıyor, ama bir tek hakim olamadığı gözyaşları ile onu öylece seyrediyordu. O an elinden gelen tek şey buydu. Dudaklarından çıkan birkaç çelimsiz söz, odaya usulca yayıldı.
– “Yeter, lütfen dur! Dur artık! Bak göreceksin bunu da atlatacağız, başaracağız.”
– “Madem başaracağız, öyleyse neden ağlıyorsun, neden?”
– “Ağlıyorum, çünkü sana hakim olamıyorum.”
– “Hayııır! Biliyorum! Öleceğimi sen de adın gibi biliyorsun!”
Şulem sustu. Sustu, çünkü evet biliyordu! Üstelik bunu bilen sadece o değildi. Bu oda, bu yatak, bu çarşaflar, nefesi çalınmış hava, soğuk zemin, mühürlü duvarlar, atılmamış tüm çığlıklar ve herkesin bildiği gibi o da biliyordu. Ama o dâhil hiçbiri bunu Emre’ye itiraf edemeyecek kadar ‘Emre’ olmuştu. Ve sessizlik şöyle dedi:
“Dağ olsam virana meyleder miyim?
Acı söz olsam, yüreğe zerrece iner miyim?
Bak bendeki yürek safi ‘sen’ olmuş.
Beni senden ayrı koysan, ben bir ‘tek’ eder miyim?”
Evet dostlar, bu hikaye burada bitti sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Yüreklerinizi sabırla açarak, Şulem ile Emre’nin aşkını seyreyleyin. Anlamak için okuyun, hissetmek için sağ elinizle sol göğsünüze dokunun ve solunuzdaki ateş sizi yakana kadar orada öylece durun.
Düşünün! Kim için, ne için, ne kadar süre sabredebilirsiniz? Kim için neleri göze alabilir, nelerden vazgeçebilir, nelere göğüs gerebilirsiniz? Hiç açamayan bir çiçeği sevebilir, sırf o koparılmasın diye siz kopabilir misiniz? Zamana okunan meydanlarda zamansız kalabilir misiniz?
Bu aşıklar için gökten sadece tek elma düşmüş. Düşmüş düşmesine de, bize de bu ‘al’ elmayı seyreylemek kalmış.
Kim bilir?
Arkası ha bu gün, ha yarın.
Şimdi siz, o vakte kadar sadece hoşça kalın. Hoşça kalın.