Yaşamın anlamını, daha yüce bir amacını bulan ve ona ulaşmaya çabalayan bir insandan daha sorumlu biri olabilir mi? Şimdi esin kaynağı olduğun insanların bir yaşama nedeni var; öğrenmek, keşfetmek ve özgür olmak!
Hayat barındırdığı imkanlar bakımından ne kadar da değerli, heyecanlı ve hatta esrarengiz. Merak eden, soru soran veya bir fırsatını bulup giden, keşfeden için ne kadar da anlamlı. Öte yandan hayatımızda bizi rutinin bir parçası yapmaya çalışan ne kadar çok etken var. Süre giden sistemi veya yaşam tarzını benimsemek, daha önce gidilmiş yollardan hayata devam etmek ne kadar da kolay. Kolay ama bizi eksik bırakacak ve belki mutsuz edecek bu durum. Belki de hiç farkına varamayacağız neden mutsuz olduğumuzun. Hayatta bir veçheye sahip olmak, bir arayış içinde olmak, öğrenmek ve bilmek çıkarır bizi bu kısır döngüden.
Hayat kıyı ile balıkçı tekneleri arasında geçirilen boş bir yaşamdan ibaret değildir. Martı Jonathan Livingston
Martı Jonathan Livingston’la orta okulda tanışmıştım. Kitabın sayfalarında ilerlerken aslında bir yandan da kendi yolumda ilerlediğimi fark etmiş, hayatı sorguya çeken bir çocuk olarak düşünmüştüm çevremde yaşananlar üzerine.
Neden Jon? Neden? Neden sen de sürünün geri kalanı gibi hareket edemiyorsun? Neden farklı uçmaya çalışıyorsun? Önemli olan yiyecek bulmak, uçmak değil. Jonathan’ın annesi
Martılar için uçmak, yemek bulmak anlamına geliyordu. Farklı düşünmek lüzumsuz bir uğraştı. Karınları doyduğu sürece neden daha fazlasını istesinler. Ama Jonathan için uçmak bir tutku ve kendince özgür olmaktı. Neden daha yükseğe, neden daha hızlı uçmaya çalışmasın ki. Havada farklı dalışları denemek, suyu okşarcasına yakından uçmak veya çok uzaklara uçabilmek varken neden kıyı ile balıkçı tekneleri arasında sıkışıp kalsın.
Bütün zamanını alıştırma yapmaya harcayan Jonathan, artık sürü tarafından dışlanmıştı. Ama onun pek de aldırdığı yoktu. Yaşadığı bir kaç kazadan sonra sendelemiş, buna rağmen vazgeçmemiş ve artık normal bir martının yapabileceklerinin çok ötesine ulaşmıştı.
Yağmurlu bir günde sınırlarını zorlamaya karar verdi Jonathan. Yukarı, bulutların üstüne çıktı. Diğer martıların hayal bile edemeyeceği bir yükseklikten bıraktı kendini. Bulutları deldi geçti. Yağmur damlalarıyla yarışarak balıkçı teknelerinin arasından süzülüp, sürünün yakınına uçtu. Jonathan’ı gören diğer martılar şaşkınlık içinde heyecana kapılarak bağırmaya başladılar. Gördükleri karşısında bildikleri her şeyi unutmuş gibiydiler. Jonathan da şaşırmış, bu beklenmedik tepki karşısında kendini tutamamıştı:
Yaşamınızı balıkçı teknelerinin ardında harcamayı bırakın artık! Şimdi bir yaşama nedenimiz var; öğrenmek, keşfetmek ve özgür olmak! Martı Jonathan Livingston
Martı konseyine çağırılan Jonathan’ın içinde umut ışığını gölgeleyen bir endişe vardı. Ama kesinlikle korku ya da pişmanlık yoktu. Konseyin huzurunda olmak, ya büyük bir onur ya da büyük bir utanç getirirdi. Yine de içindeki umuda sarıldı ve inancını kaybetmedi.
Martı Jonathan Livingston! Ortaya gel! Utancına tüm martı halkı şahit olsun. Bir aile olarak yıllardır sürdürdüğümüz geleneklerimize hakaret ettin. Ailemizin haysiyetini rencide ettin. Artık burada yerin yok. Martı konseyindeki yaşlılar
Güneş bir an önce doğmak istercesine yükselirken, sanki bulutların hepsi önceden anlaşmış gibi gitmişlerdi. Berrak bir gökyüzü ve ışıldayan bir güneş vardı bugün. Havanın güzelliğini fırsat bilenler dışarı çıkmışlardı. Selim Beyoğlu’na doğru yürürken bu harika günde çalışmak zorunda olduğu için kendi kendine söyleniyordu: ‘Böyle g ünlerde iş tatil olmalı. Yazık değil mi bana. Bunu ustama söylesem herhalde beni kovardı dükkandan.’
Ustasının sipariş ettiği malzemelerin hepsini alıp almadığını kontrol etti tekrar. ‘Kurutulmuş meyveler, nişasta, ceviz, fındık, fıstık, hindistan cevizi, kaymak, susam, haşhaş.’ diye geçirdi içinden. Lokum yapmak çok zevkli bir işti. Onca malzemeyi karıştırıp ortaya harika bir lezzet çıkarmak onu ilk günden büyülemişti. Babası onu ustasının yanına çırak verdiğinde daha 7 yaşındaydı. O zamanlar gerçekten bunun büyülü bir şey olduğuna inanıyordu. Şimdi 12 yaşına gelmişti. Artık lokumda sihirli bir şey olmadığını biliyordu. Ama içten içe acaba sahiden sihir diye bir şey var mı diye düşünmekten kendini alamıyordu. Böyle şeyleri insanlarla konuşamıyordu. Konuyu açsa ustasının ne diyeceği belliydi: ‘Ulan bre deyyuz! Gavur mu olacan başımıza!’ Babasına söylese o da muhtemelen şunları söylerdi: ‘Tövbe bismillah. Böyle şeyler konuşmak günahtır oğlum. Bir daha bunları duymak istemiyorum.’ Ama düşünmekten, hayal kurmaktan ne çıkardı. Düşüncelere dalmışken birden çok oyalandığının farkına varan Selim’in adımları hızlandı.
Galata yakınlarına geldiğinde insanların Galata kulesine doğru koştuklarını fark etti. Mutlaka bir şeyler oluyor diye düşündü. Merakına yenik düşüp ustasından işiteceği azarı göze alarak o da koşmaya başladı. Kulenin önüne geldiğinde merak ve heyecanla herkes gibi kulenin tepesine baktı. Bir adam kulenin tepesine çıkmış sanki bir tür hazırlık içindeydi. Elinde dönen bir alet vardı. Rüzgar gülüne benziyordu. Aletin dönüşünü izleyip etrafa bakıyordu. Neyin peşindeydi bu adam. Kalabalık içinden birisi: ‘Hezarfen Çelebi bu! Evet o!’ diye bağırdı. Kimdi ki bu adam. Kalabalık bir tencere gibi fokurdamaya başladı.
‘Uçmayı deneyecek. İnsanların kuş gibi uçabileceğini söylüyormuş.’ dedi birisi.
‘Hadi be oradan! Olur mu öyle şey. Allah bizi uçalım diye yaratmamış. Hem öyle olsa kanadımız olurdu.’ dedi öteki.
‘Öldürtecek kendini bu akılsız adam.’ dedi mahallenin bakkalı.
‘Allah’a şirk koşmadır bu ey ahali! Aklımızı başımıza toplayalım. Böyle bir gaflet içinde olanın vay haline vay!’ dedi yaşlı bir adam.
Selim tüm bu konuşmaları, bağrışmaları hiç dinlemiyordu, duymuyordu sanki dediklerini. Aklına sihir ile ilgili düşündükleri geldi. ‘Acaba bu adam sihirle mi uçacaktı. Sihir gerçek olabilir miydi.’ diye geçirdi içinden. Heyecanlandı. Yüreği daha hızlı çarpmaya başladı. Sonra onun gibi düşünen, ne olacağını merak eden başka insan var mı diye düşünmeden edemedi: ‘Belki şu çığırtkanlar biraz sussa onlar da konuşurdu. Bu kadar insan içinde sadece ben ve kulenin tepesindeki adam mı merak içindeydi.’ Tartışmaya dalmış kalabalık, Hezarfen Çelebi’nin kanatları çoktan taktığını fark edemedi. Birden kendini boşluğa bırakan adam bir süre düştükten sonra bir kaç kanat hareketiyle havada süzülmeye başladı. Çoğunluğun beklediğinin aksine aşağıya değil de doğru boğaza gidiyordu Hezarfen Çelebi. Selim uçmayı başaran bu adamı hayretle izledi. Bir insanın yapabileceklerinin sınırı olmadığına o gün inanmıştı. Hezarfen Çelebi gözden kaybolurken, Selim kalabalığa baktı. İnsanların yüzünde heyecan, korku, öfke, hayranlık, mutluluk ve dehşet vardı. Hezarfen Çelebi arkasında karma karışık bir insan yığını bırakmıştı.
Selim, Hezarfen Çelebi’nin uçuşunu aklından çıkaramıyordu. Daha sonra öğrendiğine göre Hezarfen Çelebi Üsküdar meydanına kadar uçmuş ve başarıyla meydana inmişti. İnsanlar arasında büyük yankı uyandıran bu olay sonraki ayların en çok konuşulan konusuydu. Ama insanların kafasındaki düşünceler net değildi. Bu olayı felaket olarak gören de vardı hatta kıyamet çığırtkanlığı yapanlar bile çıktı. Öte yandan bu olayın tüm insanlar için çok büyük bir gelişme olduğunu düşünenler de vardı.
Hezarfen Çelebi yürekliydi. Hayallerinin peşinden gitti. Bilmek ve öğrenmek istiyordu. Galata kulesinden kendini boşluğa bırakmasaydı nereden bilecekti uçmanın nasıl bir his olduğunu. Nereden bilecekti insanın uçabileceğini. Peki biz nasıl bilecektik uçmanın mümkün olduğunu. O gün boğazdaki martılar da şahit oldular bu olaya. Belki Jonathan da oradaydı. Belki de hayranlıkla izlemişti Hezarfen Çelebi’nin havada süzülüşünü.
Hezarfen Çelebi sadece yer çekimine karşı değil aynı zamanda insanların kafalarındaki ön yargılara karşı da cesaret göstermişti. Bunun şüphesiz farkındaydı ama hangisinin daha tehlikeli olduğunu biliyor muydu acaba. Bu olaydan sonra padişah tarafından sürgüne yollanan Hezarfen Çelebi’ye o gün boğazda veda edenler arasında lokumcu çırağı Selim ve Galata kulesi de vardı. Cezayir’e uğurladıkları Hezarfen Çelebi’yi limanda Martı Jonathan Livingston karşılayacaktı:
Yaşamın anlamını, daha yüce bir amacını bulan ve ona ulaşmaya çabalayan bir insandan daha sorumlu biri olabilir mi? Şimdi esin kaynağı olduğun insanların bir yaşama nedeni var; öğrenmek, keşfetmek ve özgür olmak!
‘Kanat ucunuzdan, kanat ucunuza bedeninizin tümü, aslında düşüncenizin somutlaşmış biçimidir. Düşüncelerinize vurulan zinciri kırın, göreceksiniz ki bedeniniz de zincirlerini koparıp atacaktır.’
‘Gerçekte her birimiz, Yüce Martı düşüncesinin, sınırsız özgürlüğün ta kendisiyiz. Bizi sınırlayan her şeye karşı çıkmalıyız.’
‘En yüksekten uçan martı, en uzağı görendir.’
-Yani uçabileceğimi mi söylüyorsun?
-Özgürsün diyorum!
‘Tek gerçek yasa, Özgürlüğe gidendir. Başka yasa yoktur.’
-Cennet diye bir yer yok mu?
-Evet Jonathan, böyle bir yer yok. Cennet bir yer,bir mekan değildir, bir zaman dilimi değildir. Cennet öğrenmektir, mükemmelliktir.
‘Rakamlar sınırları belirler; iyinin, mükemmelin sınırları yoktur.’
‘Yola çıkanlarımızın çoğu çok yavaştı. Nereden geldiğimizi hemen unutup, nereye gittiğimizi merak bile etmeden, günü birlik yaşayarak birbirinin çoğu kez aynısı olan şeyi yaptık; bir dünyadan gelip, diğerine gittik. Yemekten, birbirimizle mücadele etmekten, sürüye gücümüzü kanıtlamaya çalışmaktan daha başka yaşama nedenleri olduğunu öğrenmek için kaç yaşamdan geçmek zorunda kaldık,bir fikrin var mı Jonathan? Binlerce Jon, on binlerce! Ardından, mükemmellik diye bir şeyin varlığını farkedene kadar yüzlerce yaşam daha… Yaşama amacımızın mükemmeli bulma ve onu açığa çıkarma olduğunu anlamak için bir diğer yüzlercesi daha yaşandı. Şimdi de aynı kural geçerli, tabi ki diğer dünyayı bir öncesinde öğrendiklerimizle kurarız. Fakat hiçbir şey öğrenilmemişse, sonraki yaşam öncesinin aynısı olacaktır; aynı sınırlar ve kazanmak için yüklenilen aynı sıkıntılar…’
‘Öğrenecek ne çok şey var!’
‘Yaşamak için ne çok neden var!’
Notlar:
(1) Yazıdaki tüm fotoğraflar İstanbul’da çekilmiştir.
(2) Yazıda geçen kitap: ‘Martı Jonathan Livingston’ Yazar: Richard Bach
(3) Yazıda kitaptan alıntılar bulunmaktadır.