Aşk, Söz Perdesini Açanda: Şah ve Sultan

Canana yol belleten kervancı başına selam olsun…  O tek başına en önde yürümenin acısını berisindeki kalabalığa homurdanarak çıkaradursun, biz meselemize dönelim. İskender Pala: Şah ve Sultan

Nevi şahsına münhasır bir çabayla yani kimseye yakın olmayarak, kimseyi burnunun dibine sokmadan, asla usandırmayıp ve her daim okunabilsin niyetiyle yazılan Şah ve Sultan kitabını her kitap sevenin kütüphanesine armağan etmek isterdim. Lakin bir şartım olurdu. Bu kitabı kütüphanesine yerleştireceklerden bir söz, ant alırdım. Onlara derdim ki diğer kitaplarla bu kitabın arasında bir ağıt miktarı kadar uzaklık olacak. Yoksa… Yok, hayır kimseyi korkutmazdım. Vefaya dayalı bir antlaşma yapardım. Bugün benim hayalim darmaduman olur yarın onların… Ne de olsa etme bulma dünyasındayız.

Şah ve Sultan – İskender Pala

Arapsaçına dönen düşümü nihayet sona erdirerek asıl meseleye gelmek istiyorum. Evet, onlardan böyle bir söz vermeleri için ricada bulunurdum zira Şah ve Sultan’ı okumaya başladığımda aklımda belirsiz bir melodi oluştu. Müzik yapma yeteneğim olsa kitabı bitirdiğim akşam çalışma masamdan kalkar hemen kemanımı omzuma alırdım. Beni tanıyan veya tanımayan, sarhoş ya da ayık herkese armağan ederdim o gece yazdığım her notayı…


Devrik faaliyetlerde bulunduğum zannedilse de aslında konu oldukça dolambaçlı. Siz aklınıza gelen ilk şarkıyı konçerto havasına sokup keyiflenirken ben Şah ve Sultan’ın tabiatını açıklamaya çalışayım.

Gerçi kimseyi tek açıdan çözmek mümkün değildir. O yüzden ki bazı mahkemeler tek celsede bittiğinde eş, dost, akraba şöyle bir şaşırır. Ağızlar yayvan görüntüsünden uzaklaşınca sırayı dile gelen eğri büğrü ünlemler alır. İskender Pala’da bu kitapla çoğu okuyucusuna aynı hali yaşatmıştır diyebiliriz.

93795e407709e913662da076d5c2671e_1303337718

Durumu farklı alt başlıklara indirgeyip öyle çözmemiz gerekecek.  Nedeni şu ki Sayın Pala, Şah ve Sultan’ı yazarken eski âlimlerin kullandığı yazma taktiğini uygulamış. Önce kısım sonra bap ve nihayet bölümler halinde anlatacağı şeyi okuyucusuna sunmuş.

Bunu yaparken çekingen davranmamış ve tarih, aşk, entrika, ihanet gibi toplumu ilgilendiren fikir ve duyguları kâğıda birer ikişer sıralamış. Nesneye kıymet veren bir duruşla kalemin gözyaşını silmiş mesela… Ve biten bir mürekkebe dem vururcasına haşin davranmış Türk’ün iki eski hükümdarına…

Antika teşbihler bu kitaba hoşluk katmış. Örneğin bir karakter var; adı Kamber… Onun, içi yıldız dolu bir kesesi var. Babaydar’ından hatıra…

İşte laf lafı açıyor dedikleri bu olsa gerek… Kitabın bir diğer güzelliğini de tam burada konuşup bir an önce deminki anlatıma dönmek istiyorum. Bu kitap insanı baştan sona polisiye bir gizemle sarıyor. Lakin bildiğimiz koşuşturmalar yok. Zaten Şah ve Sultan’ı, Agatha Christie yapıtlarından ayıran da bu olsa gerek…

Her ikisinde de az çok belirsizlik var. Heyecanın yanı sıra acaba bundan sonra ne olacak merakı da okuyucuyu hikâyeye bağımlı kılıyor. Aralarındaki tek belirgin fark, biri okuyucuyu kitaba alır, diğeriyse tam tersine okuyucuyu kitaptan uzaklaştırır.

İskender Pala okuyucusunu kitaba çağırmaz. İster ki bizler seyirci koltuğuna rahatça yayılıp olayı takip edelim… Biz ondan adeta şöyle bir azar işitiriz; otur oturduğun yerde zaten kan ter içinde kaldığın tempolu bir yaşamın var sen bu işe karışma ben sana aşkı ve sevgiyi anlatacağım sen sadece mutlu olmaya bak…  İşte Şah ve Sultan’ı polisiye türünden ayrı tutan yegane uçurum budur.

Konuyu bölmeyi sevmiyorum. Az önce dar sokaktan vızır vızır işleyen bir ana caddeye çıktık. Şimdi kalemimi sağ şeride oturtup konu bütünlünü yeniden sağlamaya çalışacağım.

Babaydar’dan bahsediyorduk. Kamber’in kesesini anlatmıştık…  Evet, yazar burada çok güzel düşünüp kimseye çaktırmadan, gayet mütevazıca, pek edebi olmayacak ama kısaca kurnazlıkla hüsni talil sanatını uygulamış.

Kamber’e çok değindim diye öteki önemli karakterleri atladığımı sanmayın. Lakin elimde değil. Kamber öyle içten, öyle yalansız, öyle dostça konuşuyor ki siz firavunî bir atakla kesesine el koysanız ve istediğiniz hayalinizi oraya saklasanız, çölün kaba bedevileri gibi keseyi yırtsanız da Kamber gıkını çıkarmaz.


Ben onunla arkadaş olmayı uygun gördüm. Ve güzellikle istedim yıldız kesesini Kamber’den… Sevgiyi yerleştirdim önce… Aşkı sakladım utana sıkıla, fedakârlığı da koydum ve o melül kese sıkış tıkış oldu benim durmak bilmeyen doyumsuz tavrım yüzünden.

Olsun… Kitabı okudukça devam ettim kesenin içini çeşitli nimetlerle doldurmaya… Meğer ne meraklıymışım tekrar çocuk olup bir bez parçasının hayaliyle mutlu olmaya…

İlk önce Yavuz Sultan Selim’e hak verir oldum ve onun tarafına geçip keseyi onun şiirleriyle doldurdum. Sonra Şah İsmail’in tarafında oturup, Şahın kendini Hıtayî’likten azledip Hataî’liğe layık görüşünü izledim. Keseye bir de Şah’ın keşkesini dahil ettim.  

Yazımın başında söylediğim gibi kitap her birimizin kütüphanesinde bulunmalı. Sırf Sultan Selim Hanın ve Şah İsmail’in beyt ve dörtlüklerini okumak için olsa da kitap elimizin altında kesinlikle olmalı.

Şimdi daha ileri gidip ortaya yeni bir iddia atacağım. Kitap, şiir meraklılarına birebir… Bazı entelektüel genç arkadaşlarımızın araştırma ve sorgulamaya meraklı olması bu olasılığı dile getirmeme sebep oldu.  Bazıları vardır ya kimsenin sormadığını merak edip orayı deştikçe deşerler.

Birkaç örnek vermem gerekirse, bunlar; şiir nasıl yazılır, mısralar olayın hangi evresinde ne şekilde sıralanır, yaşanmış mıdır, Yaşanmışlığı varsa bu süreç nasıl gelişir ve sonuçlanır tarzında felsefeyle alakası olmayan ama bir filozof edasıyla dile getirilen sorulardır.

Şairin özelinden başlayıp konunun geneline kadar inen veya tam tersi, olayın genelinden başlayarak şairin özeline doğru inen pragmatik olduğu düşünülen yaklaşım aslında eleştiriyle alakalı değildir. Eğer eleştirmek böyle absürt bir mantıkla dizayn edilseydi sanıyorum lafı bu kadar uzatamazdım.

Her kitabın iyi yanları ve kötü yanları elbette vardır. Ve bunlara istediğin kadar kafa yor, tabiri caizse harfi harfine tüm hata ve güzellikleri yazmaya çalış bu en çok bir buçuk iki sayfa tutar. A4 kâğıda cüzi bir el yazısıyla döşenen basit kelime ve düşük cümleler eleştiriyi değersiz bir dikenle aynı kılar. Öyleyse şu kalemi biraz sanatlı kullanalım.

İskender Pala, Şah ve Sultan’da çokça mecaz, azıcık mübalağa, yerinde hüsni talil, gerekiyorsa kişileştirme sanatlarını kullanıp biz okuyuculara edebi eser nasıl olurmuş bir kez daha hatırlatıyor. Artık yazıyı şöyle bir toparlarsak bu kitapta birbirinden usta üç şair (Selimî, Hıtaî, Tacizade)  iki hükümdar (Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmail) bir kadın (Taçlı Hatun) üç fasih (Kamber, Hasan, Hüseyin) birçok duygu (aşk, ayrılık, hüzün, keder, sevinç, huzursuzluk, ümit, fedakârlık, menfaat) ve bir dönüm noktası (Çaldıran Meydanı)

Son olarak kitabın genel özelliklerine bakacak olursak eser 34 bölümden oluşuyor. Her bölüm bir karakterin adıyla hayat buluyor. 1. Bölüm Kamber ile başlıyor. 34. Bölümün ismi ise Taçlı… Diğer bölümlere ait başlıklardan bazıları şöyle; Şah, Aka Hasan, Gülizar, Alemşah, Hüseyin, Şehzade, Haydar Can, Selim… Daha sonra o bölümün açıklaması ‘bu bap’ girizgâhında açıklanıyor. Fakat bundan önce o bölümü özetler nitelikte bir dörtlük veya beyt var. Nihayet ve tarih atılıp yer belirtilince hikaye normal akışını sürdürüyor.

Kitap 390 sayfadan oluşmakta. Eserin sonunda yer alan kronoloji tablosu kitaptan bir şey götürmemiş fakat olmasa da olurmuş.

Evet, aşk söz perdesini Şah ve Sultan’la açtı. Bize bu usta kaleme eyvallah demek kalıyor. Ülkemizde hep ikinci plana atılan okuyup okutturma eylemine dikkat çekmek adına ben bu yazıya nokta koymayacağım.


İşte size minik bir virgül, Gerisini siz düşünün…

Paul Auster: Yanılsamalar Kitabı


Mürsel Ferhat Sağlam
Dijital Markalaşma Uzmanı | Yazar | Akademisyen | Mentor | Podcaster 16 Nisan 1989 İstanbul doğumludur. Namık Kemal Üniversitesi Halkla İlişkiler Ve Tanıtım Bölümü, Beykent Üniversitesi Tarih Bölümü, Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü ve Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler Ve Reklamcılık Bölümü mezunudur. Beykent Üniversitesi’nde Tarih alanında yüksek lisans yapmıştır. Akademik kariyerini Halkla İlişkiler ve Reklamcılık alanında doktora seviyesinde sürdürmektedir. Ajans Paradise ve Branding Türkiye Mürsel Ferhat Sağlam’ın girişimleri arasında yer almaktadır. Türkiye’deki birçok üniversitenin kuluçka merkezinde ve özel yatırım ağlarında danışma kurulunda mentor olarak bulunmuş olan Sağlam, kariyeri boyunca ulusal ve uluslararası 200'den fazla markaya, dijital markalaşma, sosyal medya, içerik pazarlaması, büyüme pazarlaması, stratejik marka yönetimi odağında danışmanlık yapmıştır. Mürsel Ferhat Sağlam’ın hikaye, roman, şiir, tarih, eleştiri, deneme, araştırma, akademik, reklam, marka, pazarlama, sosyal medya, dijital markalaşma olmak üzere farklı tür ve konularda yayınlanmış birçok kitabı bulunmaktadır. Ulusal ve uluslararası birçok mecrada uzmanlık alanlarıyla ilgili akademik ve aktüel makaleler yazan Sağlam, aynı zamanda kamu ve özel sektör kurumlarına sosyal medya iletişimi, içerik pazarlaması, stratejik marka yönetimi, girişimcilik, online itibar yönetimi, dijital kriz yönetimi ve dijital markalaşma konularında eğitimler, seminerler ve konferanslar vermektedir. Dijital Markalaşma, 3F Fenomeni, Kurumsal İletişim 2.0, İçerik Türleri Hiyerarşisi Modeli; Mürsel Ferhat Sağlam tarafından kavramsallaştırılarak sosyal bilimlere, pazarlama ve iletişim literatürüne kazandırılmıştır. Mürsel Ferhat Sağlam, podcast yayıncılığıyla da bilinmektedir. Dijital Markalaşma Sohbetleri, Hani Kurumsaldık, İçeriklerce, Girişimcilerin Büyük Hataları, 100 Soruda Dijital Markalaşma podcast serilerini hazırlayıp sunan Sağlam, bunlara ek olarak birçok podcast serisinde de daimi konuk olarak yer almaktadır.