Paul Auster: Yanılsamalar kitabı

‘İyi bir hikayenin başı çocuksu bir masal gibi, ortası korkutucu bir kabus gibi, sonucu da bir ayrılık acısı gibi olmalıdır,’ denir. Bu tanımlama, tam anlamıyla Paul Auster’ın Yanılsamalar kitabını ifade etmektedir.

paul auster

Çağdaş Amerikan edebiyatının en özgün yazarlarından biri olabilmeyi başaran Paul Auster, ‘Yanılsamalar Kitabı’ ile olağanüstü postmodern bir dünyanın içinde büyülüyor. Sınırsız hayal gücü, kurgusal yeteneği ve güçlü üslubu ile Auster bizi, romana verilen ismin tesadüf olmadığını gösterircesine yanılsamalarla dolu, fantastik bir romanla buluşturuyor. Roman boyunca kendimizi bu yanılsamalarla baş başa buluyoruz. Ölüm, ayrılık, acı, gerçeklik, aşk ve kimlik arayışı gibi konular derinlemesine irdeleniyor.

Auster, şu aralar Can Yayınları’ndan çıkan otobiyografik kitabı olan ‘İç Dünyamdan Notlar’ ile zihnimizi kurcalıyor olsa da, ‘Hayatımın en büyük eserini yazıyorum,’ diyerek bizi heyecanlandırsa da, henüz bu romanı keşfedemeyen okuyucu, yanılsamalarla dolu bir dünyanın keşfi için bekliyor. Yanılsamalar Kitabı’nı, edebi bakış açısına çok güvendiğim ve saygı duyduğum İda ile irdeliyoruz.


Emre: Roman, Chateaubriand’ın ‘İnsanın bir tek ve hep aynı yaşamı yoktur. Peş peşe eklenen birçok yaşamı vardır ve çektiği acıların nedeni de budur.’ sözleriyle başlar. Bu sözlerle daha ilk satırda kurgusu hakkında ipucu veren yazar, okuyucuyu postmodern bir oyunun içine çekiyor.

İda: Kitabın anlamının bulanık olduğu hissediliyor; çünkü her yeni hikâyeyle başka bir dünyaya geçip dağılıyor okuyucu. Yanılsamalardan kurtulamıyoruz bir türlü. Paul Auster insanın yaşarken geride bıraktığı ruh katmanlarını ve yanılsamaları diyaloglarda da küçük ölçekte yineliyor. Chateaubriand’dan yaptığı alıntı da buna dâhil.

Tesadüflerin, rastlantıların hayatımızı yönlendirdiğini gösterip duruyor Auster, roman boyunca. Karakterleri felakete sürükleyen de, yeniden hayata döndüren de hep rastlantılar. Peki, böyle bir karmaşada her şeyin aslında bir yanılsamadan ibaret olmadığını söylemek mümkün mü?

paul auster

David, eğer gitmelerine izin vermeseydi karısı ve çocuklarının kazada ölmeyeceğini düşünüyor.

Hector ise eğer eve birazcık daha erken gitmiş olsaydı, Brigid’in başına o korkunç olayın gelmemiş olacağına inanıyor.

Emre: Ve iki uç karakterin yolları, bu iki felaketle başlayan tesadüfler ve olaylar zinciri sonrasında kesişiyor. Bu kesişmeyi sağlayan iki ana unsur var aslında. Biri Hector Mann’ın geride bıraktığı siyah-beyaz sessiz filmler, diğeri de David Zimmer’e gelen mektup. Bağlantının, sinema ve edebiyatla kurulduğunu söyleyebilir miyiz? Bu köprü, sadece bahsettiğim iki unsur arasında değil, günümüz ve yakın geçmiş arasına gerilmiş bir ağ gibi de aynı zamanda. Tarihin, postmodern romancının oyun alanı olduğunu düşünecek olursak, Paul Auster’ın yarattığı bu oyun alanına okuyucuyu da çekmek istediği çok açık.

İda: ‘Biri bir film çekerse ve bu filmi kimse görmezse, o film var mıdır yok mudur?’ (Romandan alıntı) Demek istediğim sorularla okuyucuyu oyuna dahil ediyor olması. Ayrıca Hector’un filmlerinin imha edilecek olması, anlamsızlığın, unutulacak olmanın ete kemiğe bürünmüş bir imgesi gibi. Hector, bunu biliyor ve sırf ruhunu terbiye etmek, yeni bir güne uyanabilmek, kısacası yaşayabilmek için film çekiyor.

Emre: Hector Mann’ın yaptığı bir çeşit Sisifos’un başkaldırışı adeta. Bu noktada Başkaldıran İnsan ve Sisifos Söyleni ile Albert Camus’yü anmamak mümkün değil.

İda: ‘Tenim uçucu duyumsamaların palimpsesti olmuştu ve her bir tabakada kimliğimin damgası vardı.’ (Romandan alıntı)


Emre: Auster’ın palimpsest vurgusu Baudelaire’i getiriyor aklıma. Hani, hafızayı ve gerçekliği yazıldıkça silinene benzettiği ve ‘palimpsest’ olarak adlandırdığı düşüncesiyle.

Bu aşamada romanın kurgusundan bahsetmekte fayda var:

Ana karakterimiz olan David Zimmer, karısı ve iki küçük oğlunu uçak kazasında kaybetmiş, yaşayan bir ölüye dönmüştür. Günlerini alkol ile kendine acıyarak ve hayatla tüm bağını koparmış bir vaziyette geçirmektedir. Romanın bu bölümünde David Zimmer karakterinin gelecek umudunu tamamen kaybettiğini, yaşamak için bir sebebinin kalmadığını görüyoruz. Yakınlarının tüm çabalarına rağmen topluma karışma ve psikolojik tedavi önerilerini de reddeder. Fakat bir gece televizyon seyrederken, sessiz sinema döneminin komedi oyuncularından Hector Mann üzerine bir belgesele rastlar ve hayata bakış açısı değişir. Çünkü Hector Mann uzun zaman sonra onu güldürmeyi başaran tek kişidir. Zimmer içine düştüğü bunalımdan bu komik adamın filmlerinin peşine düşerek kurtulacaktır. Bu noktada David Zimmer’in kendi kendisinin terapisti olduğunu düşünebiliriz. Depresyon döneminde dağılan dikkatini başka bir konuya odaklayarak içinde bulunduğu ruhsal bunalımdan kurtulmaktadır.

Gizemli bir kişiliktir, Hector Mann. Onun hakkında çok az şey bilinmektedir. Yıllar önce kaybolmuş ve kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Geriye on iki film bırakmıştır. Bıraktığı bu filmler sayesinde ölü değildir aslında. Hector Mann filmlerini izleyen bir tek kişinin dahi olması onun ölmediğinin kanıtıdır. Yani, geriye bir görsel hafıza bırakmıştır. Mann’ın kaybolma nedeni trajik bir ölüm. Bu ölümde kendini suçlayan aktör ortadan kaybolmayı seçmiş, hayatını başka kimlikler altında sürdürmüştür. Fakat Mann, bu kimliklerde yaşarken, kendisini cezalandırmayı da ihmal etmez. Romanda bunu açığa çıkaran cümleleri ise günlüğüne şu şekilde not eder: ‘Hayatımı kurtarmak istiyorsam, onu mahvetmenin eşiğine kadar gelmeliyim.’ Bu noktada Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sında Raskolnikov’un çektiği türden bir vicdan azabına tanıklık ediyoruz.

Hector Mann’ın filmlerini izleyen Zimmer, onun hakkında bir kitap yazar. Bu kitap yayımlandıktan bir süre sonra aldığı ve başka bir dünyadan gelmişe benzeyen bir mektupla hayatı bir kez daha değişecektir. Romanın bundan sonraki çarpıcı bölümünü okuyucuya bırakıyorum artık.

Roman boyunca, yanılsamalarla ne kadar sık karşılaşıyorsak -ki ‘dünyanın her gün yeniden keşfedilmesi gereken bir yanılsama olduğunu’ söyleyen yazarın kendi ifadesidir- karşıtlıklar ve ikilemlerle de o kadar çok karşılaşıyoruz. Yaşam ve ölüm, mutluluk ve acı, güzel ve çirkin, gerçek ve yalan, sevgi ve ihanet…

İyi bir hikayenin başı çocuksu bir masal gibi, ortası korkutucu bir kabus gibi, sonucu da bir ayrılık acısı gibi olmalıdır.

Bu tanımlama, tam anlamıyla ‘Yanılsamalar Kitabı’nı ifade etmektedir. Yanılsama olmayan tek şey Paul Auster’in dünya edebiyatının en önemli yazarlarından bir olduğu gerçeğidir. Türkiye’ye gelse de gelmese de değişmeyecek bir gerçek!

Sözlerimi bu romana çok uyduğunu düşündüğüm dünyaca ünlü bir başka yazar olan Umberto Eco’nun başyapıtı ‘Gülün Adı’ndan alıntı yaparak noktalamak istiyorum:


‘Videmus nunc per speculum et in aenigmate.’ (Şimdi bir aynadan ve bilmece gibi görüyoruz.)

Paulo Coelho: Hippilikten Mistik Büyücülüğe