Ne zamandır bu odada olduğunu tam olarak bilmiyordu. Seneler olmuştu belki. En son ailesinden birilerinin onu bu odaya iteklediğini hatırlıyordu. Yoksa öyle değil miydi? Onlardan kaçmak için kendisi mi buraya girmişti?
Karanlık odada yaşamak zordu…
Arada bir kapının önüne gidip yumrukluyordu. Bağırıp çağırıyor, kaderine lanet okuyordu. “Hepsi sizin suçunuz” diye bas bas bağırıyordu. “Benim bu karanlık odada yaşama sebebim sizsiniz, her şey sizin yüzünüzden!”
Karanlık odada yaşamak zordu. Giyinmek, yemek yemek, en basit günlük işler bile bazen işkenceye dönüşüyordu. Bir yandan da alışmıştı ama. Hani insan en berbat şeylere bile alışır ya. Yaşadığın, geri dönmek istemediğin kötü şeyleri bile bazen özlersin. Lakin aydınlığı da, onun nasıl güzel, huzur verici olduğunu da hatırlıyordu, uzak bir geçmiş olsa bile. Oraya nasıl çıkacağını bir türlü bilemiyordu.
Kapı kilitliydi. Arada bir aydınlık taraftan güzel, göz alıcı anahtarlar atılırdı odaya. O da bir heves atılır, dikkatle denerdi o anahtarları. Bu anahtarları atanlar bunların aydınlığın kesin anahtarı olduğuna yemin billâh ederlerdi. Hepsi birbirinden ışıltılı, bir yerlerde işe yaradığı kesin olan şeylerdi bunlar. Yine de kapıyı açmazlardı. Başka kapılarda işe yaradıkları oluyordu ama bu öyle bir odaydı ki ancak girdiğiniz kapıdan çıkabiliyordunuz. Arada bir girdiği kapıyı açanlar da olurdu. Ancak dışarı çıktığında gözü öylesine kamaşıyordu ki aydınlıktan; korkuyor, birden nasıl olduğunu anlamadan kendini gene karanlık odada buluyordu. Bu geri dönüşler canından bezdirmişti onu. Kesin gene tanıdığı, ona kötü davranan insanların parmağı vardı bu işte.
Odada yalnız olmadığını fark etti. Birtakım insanlar vardı orada. Bazıları hiç aydınlığı görmemişti; onlar bir bakıma şanslıydı, hiç bilmedikleri bir şeyi özlemiyorlardı. Çoğu böyle bir şeyin varlığını inkâr ederdi; biz burayı biliriz, herkes burada yaşıyor, aydınlık diye bir şey yok, derlerdi. Oda bazen başka bir diyar gibi bir şey olurdu, tıpkı rüyalarımızdaki gibi. Ne olursa olsun, oradan çıkmak için anahtar lazımdı.
Bazı pencerelerinden aydınlığı seyredebilirdiniz, sanki yaşıyormuş gibi. Gerçekten yaşamaksa çok farklıydı tabi. Bu pencereler zaman zaman açılırdı, ne zaman açılacağını bilemezdiniz. İşte o anlarda kesin karar verirdi dışarı çıkmaya. Habire anahtar arardı. Bazen de buraya kendisini birilerinin tıktığından emin olduğu için kapıya gider, avazı çıktığı kadar bağırırdı: “Hiç insafınız yok mu sizin, çıkarın beni buradan! Ben size ne yaptım ha?” Kimse gelmezdi tabii, duymazlardı. O da gözyaşları içinde yere yığılır, kendinden geçerdi. Kendine geldiğinde bazen, “Belki kaderim böyledir, ne yapalım”, derdi.
Karanlık ve aydınlık…
Aydınlıkta yaşayanların çeşitli çıkış formülleri vardı. O da bir gün onlar gibi hep aydınlıkta yaşayabilecek miydi? Öylesine uzun zamandır buradaydı ki bu artık mümkün değilmiş gibi görünüyordu. Hem alışmıştı buraya, günleri kendisini buraya tıktığına inandığı insanlara öfke duyarak geçse bile.
Sonra bir gün düşündü ki birilerinin gerçekten bu işte parmağı varsa bile, o çıkabilirdi buradan kendi çabasıyla. Belli ki kimse gelmeyecekti onu kurtarmaya. Geçmiş çok bulanık bile olsa, yoğunlaştı hatıralara. İşte o zaman hatırladı utançla: Kendi isteğiyle gelmişti buraya her kafası bozulduğunda insanlara ya da ona buna…
Gitgide daha sık gelir olmuş, sonra bir gün kilitleyip kapıyı, anahtarı da fırlatıvermişti ortalığa bir yere. Uzun zaman geçmiş bile olsa, bulduğunda anahtarı tanıyacak, yüreği pır pır edecekti. Bu sefer tamamdı artık. Azimle ayağa kalktı, anahtarı elinden nasıl, ne zaman, nerede attığını hatırlamaya çalışarak aramaya girişti. Kalbi yine umut ve heyecanla dolmuştu, biraz korku da duysa, “Bu mümkün, yapabilirim” diye kendi kendine cesaret verdi. Anahtarı bulana kadar pes etmeyecek, bulup kapıyı açtıktan sonra da korkup gerisin geri dönmeyecekti.
Sonra birden yerde bir ışıltı gördü, o olduğunu anladı. Bu kadar kolay mıydı? Kafasına koydu mu bulacağını biliyordu zaten. İşte bu, dedi. Önemli olan bundan sonrasıydı.