Gözyaşları, birleşen ellerinin arasından hiç durmadan akıp gitti. Çünkü onlarda biliyordu ki; çağlayan olsalar, bu birleşen iki yüreğin karşısında duramayacaklardı.
Kaç kere kapanmaya inat eden gözlerini, güneşin doğuşuna şahit olmak için zorla açık tuttun?
Kaç kere açmaya inat eden bir çiçeğin başında, her sabah sabırla nefesini tuttun?
Kaç kere düştüğünde kanayan dizlerine bakarak, acı ile ağlayıp durdun?
Tüm kaçamadığın kaç’lardan, kaç kere kaçmak için köşe bucak saklanıp durdun?
Bazen kaçmak için köşe bucak yer ararken, bazen de kaçmamak için direnç gösteririz. ‘Hasatsız Zamanın Aşıkları yazı dizisinde; ‘kaçmak’ eylemi ile sabırla dans edilmiştir. İşte size hayatın en sabırlı dansını sergileyen yüreklerin hikâyelerinden birini daha sunuyorum.
Lütfen yüreklerinizi sonuna kadar açıp, cereyan yapmasına izin veriniz. Emre’nin hastalığı bazen sinsice, bazen de açık seçik kendini gösteriyordu. Yakalandığı Lösemi rahatsızlığı nedeniyle, bünyesi her virüse karşı çok daha duyarlı durumdaydı.
Dışarıdan gelecek başka bir virüs, onu ciddi olarak hırpalayacak ve daha da güçsüz düşmesine neden olacaktı. Bu yüzden olabildiğince dikkatli davranılıyordu. Ama ne yazık ki 2009 yılında, tüm dünya domuz gribinden yıkılırken, Türkiye’de bundan nasibini almış durumdaydı. Ve bir sabah Emre ateşlendi.
Ateşler içerisinde yanan Emre’nin, Şulem ile konuşmaları aynen şöyleydi; – Biliyorum, domuz gribi oldum. – Emrem, şimdi biz böyle düşünüyoruz, çünkü psikolojik olarak çok etkilendik. Bak, bende de aynı belirtiler var. Düşünmeyelim artık bunları ne olur.
Şulem aslında her şeyin farkındaydı ve korkuyordu. Emre domuz gribine yakalanırsa bunu kaldıramayacak diye içi içini yiyordu. Artık onun ızdırap çekmesini istemiyor, bunu aklına bile getirmek onu çaresizleştiriyordu.
Yapabileceği tek şey; Emre’nin yanında olabilmek olsa da, Şulem için bu yeterli bir eylem değildi. Ne ona gelebilecek olan zararları engelleyebiliyor, ne de acısını dindirebiliyordu. Emre’nin ateşinin arkasından gelen öksürük ve ishal, hekimleri tedirgin etmiş ve bir dizi test yapma gereği duymuşlardı.
Sonuçların iki gün sonra alınacağı söylenmiş, iki gün boyunca her ikisi de korku dolu bir bekleyişe mahkum edilmişti. Bekleyiş sırasında Emre’nin halsizlikleri daha da yoğunlaşmış, gittikçe ağırlaşmaya başlamıştı.
İki günün sonunda rutin olarak muayeneye gelen doktor, her zamanki taktığı maskeden farklı bir maskeyle odaya girdi. Ve işte aralarında geçen konuşma aynen şöyleydi: – Şikayetler devam ediyor mu? – Evet devam ediyor. Testlerin sonucu geldi mi? – Evet, geldi. – Eeee sonuç nedir? – ‘Domuz gribisin!’ – Gerçekten mi hocam? – Evet, sende H1N1 virüsü çıktı.
Yapılan testler sonucunda korktukları başlarına gelmiş, Emre domuz gribine yakalanmıştı. Emre sonuca inanmadı çünkü inanmak istemiyordu. Artık daha ne kadar dayanabileceğini kendi bile kestiremiyordu. Şuleme dönerek büyük bir korku ve şaşkınlıkla baka kaldı.
Bu bakış ‘şimdi bana ne olacak‘ bakışıydı. Yanlış cevap aldığını duymak ister gibi, tekrar tekrar doktora dönerek sordu; – Hocam şaka mı yapıyorsunuz? – Hayır, bir an önce tedaviye başlamamız gerekiyor. Emre’nin aldığı cevaplar kısa ve netti. Her ikisi de, ne düşüneceklerini şaşırmışlardı.
Emre’nin Şuleme değen bakışları, tüm geleceği darma duman etmişti. Şulem o anda avazı çıktığı kadar haykırarak hızla koşmak istiyordu. Ama nereye hangi hızla koşarsa koşsun, her yol onu Emre’ye çıkarıyordu. Çünkü onun tek yolu Emre’ydi.
Emre’nin muayenesine devam eden doktor, onlara bir acı dokunuşta daha bulundu ve; – Bu süreçte refakatçini mutlaka eve göndermen gerek, ona da bulaşmasını istemeyiz, dedi. Her ikisi içinde bu söz o kadar anlamsız geldi ki.
Şulem; – Hayır, bulaşırsa bulaşsın, umurumda bile değil, ayrılmayacağım, dedi. Doktor da ısrarcı olmanın anlamsız olduğunun farkındaydı.
Şimdiye kadar her ne olursa olsun büyük direnç göstererek Emre’nin yanından ayrılmayan melek, adı ‘grip’ olan bir rahatsızlık için mi onu yalnız bırakacaktı? Komikti! Ve doktor sözlerine devam etti: – Madem gitmeyeceksiniz o zaman aynı belirtiler sizde de olursa haber verin. – Var zaten! – O zaman geçmiş olsun, yapacak bir şey yok.
Doktorun muayenesi bitmiş ve odayı terk etmişti. Şulem, sesine gülümseme maskesi ekleyerek pencereye doğru yürümeye başladı. Dışarıya baktığında geleceği görmek ister gibiydi. Gözyaşlarının yere düşmesine izin vermek için gözlerini bir saniyeliğine kapadığında, gelecek karanlığa bürünüyordu.
Gözlerinden akan yaşlar, geleceğe yürümek isteyen ayaklarına düşüyor ve geleceği sular altında bırakıyordu. Aynı anda Emre de ağlıyor ve isyanını şöyle dile getiriyordu. – Meleğim, başımıza bu da mı gelecekti? – Olsun bir tanem. Bak bu hastalığı da birlikte yaşayacağız ve birlikte atlatacağız.
Hasta olmak Şulem’in umurunda bile değildi. O bu yola baş koymuş, aşkını yalnız bırakmayacağına da yemin etmişti. Üstelik onu bu kadar çok severken, o gözlerinin önünde mücadele verirken onu nasıl yalnız bırakabilirdi?
Aşk; bir bedende can olmak değil miydi? Aşk; aşkının canına can katmak değil miydi? Hatta keşke mümkün olsaydı da, nefesini, her soluğunu ona feda edebilseydi. Üstelik şu an gribe yakalanmamış olsa bile, yine de ‘aynı belirtiler bende de var’ diyecek kadar büyük bir sevgiye sahipti.
Şulem’in arzusu gitmek değildi ki! Kaçmak onun için kurtuluş değildi ki! Gerçek sevenin kaçacağı tek yer, yine sevdiğinin yüreğiydi. Onun tek arzusu; her şeye rağmen ‘bir’ olmak ve onunla kalabilmekti. İyi günde ve kötü günde ‘ben varım’ diyebilecek kadar cesur bir yürek ile dünyaya gelmişti. Sonrasında…
Gözyaşları, birleşen ellerinin arasından hiç durmadan akıp gitti. Çünkü onlarda biliyordu ki; çağlayan olsalar, bu birleşen iki yüreğin karşısında duramayacaklardı.
Evet! Karar verilmişti. Her zamanki gibi bu zorlu yolu da birlikte aşacaklardı. Bunu aşarken başkalarını da üzmeyeceklerdi. Bu durumu kardeşlerine söyleyecekler ama annelerinden saklayacaklardı.
Bu süreçte Şulem de hasta olduğu için hastaneden ayrılamayacaktı. Kendi annesi çağırdığında ise ‘Emre’nin biraz sıkıntıları’ var diyerek geçiştirecekti. Emre’nin ev yemeği yemesini istedikleri için, evden her gün yemek yapıp getiriyorlardı. Yemekleri Emre’nin ortanca ağabeyi Selçuk getirecekti.
Emre’nin annesi Nuriye Hanımın, her gün yaptığı taze yemekler hastaneye geliyor, iştahsızlıktan hepsi yenilemediği için kalan kısmı atılıyor ama anneciği üzülmesin diye ‘hepsi afiyetle yenildi’ deniliyordu.
Tabak çanak dikkatle dezenfekte ediliyor, hemşireler özel filitreli maskeler ile odaya giriyor ve işlerini bitirip hızlıca kaçmak ister gibi çıkıyorlardı. Bu durum onlara kendilerini dışlanmış hissettiriyor ama her seferinde el el vererek ‘bunu da aşacağız’ diyorlardı. Bu söz dillerine değdiğinde bile, koca bir dağı aştıklarını çok iyi biliyorlardı. Emre’nin yanındayken Şulem dimdik dursa da, yanından kısa süreliğine ayrıldığında yerle yeksan oluyordu.
Bu yaşadıkları H1N1 günleri, onların aşklarının Hastalıkta 1 Nefes oldukları günlerdendi. Dışarıya çıkamıyorlar, sinemaya gidemiyorlar, sokaklarda el ele dolaşamıyorlardı. Ama koskoca dünyayı alabildiğine özgürce yaşama şansı olan milyarlarca insandan çok daha özgür ve mutluydular.
Küçücük hastane odasını hayatın nefesini alabilir hale getirmişlerdi. Film seyrediyorlar, kitap okuyorlar, oyunlar oynuyorlar, yarışma programlarını eğlenerek seyrediyorlar, hayaller kuruyorlardı. Onlar için nerede olduklarının hiç bir önemi yoktu. Önemli olan kimin ile olduklarıydı. Şulem aynen şöyle diyordu;
Koskocaman dünyanın içinde mutsuz olmaktansa, minicik bir odanın içinde mutluluğu seçmek benim en büyük özgürlüğümdü.
Bu büyük aşkın içinde küçük görünen kocaman özgürlük sayesinde 10. gün sonunda hastalığın hakkından gelmişlerdi. Onlar için yaşadıkları hiçbir şey kolay değildi. Ama şimdilik imkansız da değildi. Birazdan okuyacağınız mısralar Emre’nin kaleminden çıkan ve Şulem’in onun yüreğine saçtığı ışığın göz kamaştırıcı etkisinin yansımalarıdır. İşte aynen şöyle;
Bir an için ‘bu kez bitti’ diyorum. Yaşamak için gayem yok, çapım bile dar geliyor boğuluyorum. Sanki karanlık bir mahzende tek başıma kalmış gibi oluyorum.
‘Sesimi duyan yok mu?’ diye haykırıyorum. Kimse duymuyor! Kimse duymuyor! Sonra güneş birden karanlık mahzenin içine doğuyor, Dar boğazlardan alıp, beni karanlıktan kurtarıyor. O güneş ışığı, hiç sönmeyen bir sevgiyle beni ısıtıyor.
Daha bir bağlanıyorum hayata, Daha bir arzuluyorum gelecek günlerimi. İyi ki varsın güneş ışığım Şulem! İyi ki Varsın. 18 Mart 2009 Saat. 16:41:19 Emre
İşte böyle dostlar, aşk şaka değildir. Tabi gerçekten yaşadığınız şey aşk ise, hiç mi hiç şaka değildir. Nerede hangi koşullarda olursanız olun bırakın elleri, yürekler kopmadığı sürece, imkansızlık bile seyran olur.
Onlar, aşklarını hasatsız yaşamaya razı, imkansızlığı seyran eden iki muhteşem yürekti.
Bu hikaye zinciri hepimize aşklarımızın ne kadar derin olduğunu sorgulatacaktır. Bir sonraki hikayede buluşmak üzere, aşkla kalın.