Şimdi çok değişik bir bahis açıp şimşekleri üzerime çekmek istiyorum. Tezatlığın mana taşıdığı eşsiz bir gezegende yaşıyoruz. Hatta açıkça söyleyebilirim ki tezatlık, dünyamıza daha çok yakışıyor. Siyahı severiz, karanlığı ve geceyi çok severiz. Nedenini düşündünüz mü? Gece, karanlık, siyah olmasa; gündüz, beyaz ve aydınlık sadece kağıt üzerinde kalırdı.
Telakkimizin ötesini aşmayan, yaşamımızda kadri olmayan nesne ve olgular zamanla bizi mutsuz eder.
Şu sonuca varıyoruz ki; karşıt duygu, düşünce ve davranışlar milletler, ırklar ve toplumsal gruplar arasındaki sosyo- kültürel entegrasyonun oluşumunu sağlıyor. Büyük devrimler beklenenin aksine çok planlı gerçekleşmemiştir.
Örneğin Gandhi, Hindistan’ı sömürgeci İngilizlerden kurtarmak için silah, top, tüfek kullanmadı. Tepeden ovaya asker sevkıyatları, komşu devletlerle ittifaklar, silah antlaşmaları, gibi davranışlara girmedi. Buna gerek duymadı. Tuz devrimi diye literatüre geçen akıllı hamlesiyle İngiltere’yi zora soktu. Tarımda gerçekleştirilen bu zekice önlem darbe, İngiltere’nin elini kolunu bağladı.
Aslında Gandi’nin yaptığı tek şey halka protesto haklarının olduğunu hatırlatmaktı.
Bunu başardıktan sonra dünya basınını arkasına alıp uzun bir yürüyüşe çıktı. Bu kez işgalin hesabını kilometrelerce yürüyerek sormuştu. Yalnız değildi. On binlerce insan ve yüzlerce basın mensubu Gandi’ye zorlu parkurda eşlik etti. Yol üzerinde rastladığı gruplar da peşine takılınca küçük adam riskli devrimde muvaffak oldu. Gandi daha o zamanlar basının, gazetelerin gücünü fark etti. Dünyanın çeşitli yerlerinden ona eşlik eden gazeteciler sayesinde davası sadece Hindistan’ı değil artık tüm dünyayı ilgilendiriyordu. Sadece Hindistan değil adeta tüm dünya İngilizler tarafından sömürülüyordu. Uluslararası camiada bu algının oluşturulması gerekiyordu ve Gandi bunu başarmıştı. İngiltere, Gandi’yi muhatap alıp şartlarını dinledi en nihayetinde Hindistan tam bağımsızlığa kavuştu.
Keşke tüm devrimler bu kadar kansız, masum ve akıllıca gerçekleştirilseydi. Komünist devrimler, milliyetçi ayaklanmalar, faşist kıyımlar, petrol odaklı rant savaşları, Arap Baharı, diktatörizm, Afrika’da ki kabile savaşları, hepsini birer devrim olarak ele alırsak Gandi’nin ki neydi?
Dünyadaki ilk sivil ayaklanmayı gerçekleştiren Urugakina ile başlayan süreç, Karl Marx ve Friedrich Engels’in fikir babalığını yapıp, olgunlaştırdığı Komünizm devrimler ile devam etmiştir. Hazır Marx demişken, burada aklımı kurcalayan bazı şeyler var. Sosyalizmin mucitleri hiçte doğurup büyüttükleri ideolojiye uygun yaşam standardı taşımıyor. Ne inançları, ne yaşam tarzları, ne ekonomik durumları Komünizmle uyuşmuyor. Öncelikle ikisi de aynı ülkenin ve aynı dinin (Musevi Asıllı ve Almanya Doğumlular) mensubu. Ayrıca ikisi de İngiltere’de öldü. Evet olabilir, buraya kadar her şey normal gözüküyor. Çoğunuz eleştirimi basit komplo teorisi diye adlandıracak olsa da ben devam ediyorum.
Hayat ayrıntıların üzerine inşa edilir. Basite indirgediğimiz çoğu şey bizi sarsıntılardan koruyor.
En son ayrıntılardan bahsediyordum, devam edeyim: Mesela bu kanlı ideolojinin (Komünizmin) kurucusu Karl Marx, Musevi bir avukatın gayrı meşru oğludur. İdeolojinin pratik ayağı, tasarlayıcısı olan Engels’ in babasıysa zengin bir fabrikatördü. Bunlar da olabilitesi yüksek, mantıklı ve tasa gerektirmeyen ayrıntılar öyle değil mi?
Faşist bir Almanya’da Musevi asıllı varlıklı iki ailede yetişen iki eğitimli adam
Şimdi toparlayalım…
Faşist bir Almanya’da, Musevi asıllı ve ekonomik olarak varlıklı iki ailede yetişen iki eğitimli adam. Yıllarca uğraşıp bir fikir üretiyorlar. Tasarladıkları düşünceyi ve siyasi anlayışı güya ezilen ve sömürülen kişi ve toplumlara adıyorlar, baya komik.
Kimsenin fikri alınmadan, sorgusuzca diretilen bir rejim. Bu saçmalık uğruna katledilen milyonlarca insan. Sadece Orta Asya’da; Ahıska’da, Hocalı’da, Uygur’da, başlatılan sömürü ve katliam bile Komünizm’in ne nefret edilesi bir şey olduğunu gözler önüne seriyor. Zorla evlerinden alınıp, hayvan vagonlarına doldurulan Ahıska’lılar, Özbek toprağına taşınırken yolda açlıktan, soğuktan ve havasızlıktan ölmüştür. Balkanlar da, Bosna da yüzlerce kadın gaddar Sırpların tecavüzüne uğramış, köylerde toplu katliamlar yapılmıştır. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’ yi 40 yıl geriye götüren 12 Eylül darbesi komünist tehdidine karşı halkı koruma bahanesiyle gerçekleşmedi mi? Peki ya 30-40 yıldır tepemizden inmeyen teröre ne demeli? On binlerce genç, köyünden alınıp sosyalist devrim lakırdısıyla aldatılmadı mı?
Siz ayrıntı önemsemeyenlere sesleniyorum: Tamam dediğiniz gibi olsun. Yukarıda bir kısmını saydığım insanlık ayıplarına rağmen Marx’ı ve onun öğretilerini bağrımıza basalım. Hepimiz koyu bire sosyalist olalım. Dediğiniz gibi olsun, eğer mümkünse- eşit olalım ve refah içinde yaşayalım.
[quote]Katledilen, tecavüz edilen, mezarı dahi olmayan milyonlarca kadın, erkek, çocuk, yaşlı, peki onların yüzüne nasıl bakacağız?[/quote]
Tek tip insan için uğraşan, eğitimi ve ilmi tekelleştiren, ilerlemeyi ayıp sayan bu ideolojik hegemonyayı kabul edersek, İslamın ” ilim Çin’de dahi olsa gidip alın” öğüdüne nasıl boyun eğeceğiz?
Bu konudaki yol ayrımı iyi ki çok net. Aklımızın karışacağı, geri adım atmamıza sebep olacak herhangi bir U dönüşü yahut kavşak yok. Tercih için iki seçenek var; ya hak ya batıl.
Size hangisi yakışır, sizi hangisi yansıtırsa ona yönelin…