Küllerinden Doğan Bir Süperkahraman: Wolverine

2000 yılında beyazperdedeki macerasına başlayan X-Men serisi, şüphesiz Marvel’in Hollywood’a en çok hasılat getiren yapımlarından biri oldu. 2006 yılında çekilen devam filminin ardından yapımcıların, bu seride yer alan her bir karaktere ayrı film çekme kararıyla birlikte de takımın en ilgi çekici ve en güçlü karakterlerinden biri olan Wolverine’in kendine ayrı bir yol çizmesi için fırsat doğdu.

the-wolverine-2013-movie-852x480 (1)

2009 yılında Gavin Hood tarafından çekilen ve Wolverine’in köklerine inmemize olanak sağlayan X-Men Başlangıç : Wolverine filmi gişede beklediği ilgiyi fazlasıyla gördüyse de, çizgi roman tutkunları olarak biz filmden pek memnun kalmadık. Bunun sebebi Wolverine’in, Marvel’in çoğu zaman bir hayli ‘neşeli’ olabilen süperkahramanlarına oranla daha ciddi, daha zalim ve daha öldürücü olmasıydı. Haliyle onu bu hale getiren kökleri daha yakından ve daha derinlikli görmek istemekte pek de haksız sayılmazdık.


Bu noktada kişisel bir hayalim olarak, bu filmi ve fazla büyük bir hayal olarak tüm süperkahraman filmlerini, Batman serisinde harikalar yaratan Christopher Nolan’dan izleyebilseydik keşke diyor ve devam ediyorum.

Başlangıç pek iyi olmadı, belki ama Wolverine’in Weapon X kapsamında adamantium metalinin yardımıyla yenilmez bir ölüm makinesine dönüştürülmesi görülmeye değerdi.

Gelelim bu hafta vizyona giren Wolverine filmine. 2009 yılındaki filmden sonra filmin kadrosunda hatırı sayılır bir değişme oldu, yönetmenlik koltuğuna Walk the Line, Girl Interrupted gibi filmlerin başarılı yönetmeni James Mangold oturdu, senaristlik görevini de başarılı iki aksiyon senaristi Mark Bomback ve Scott Frand aldı.

Bu isimlere değinmemin sebebi; kişisel görüşüm olarak, çizgi roman uyarlamalarında yönetmen ve senarist ikilisinin çok önemli olması. Çünkü genel olarak aksiyon üzerine kuruluymuş gibi görünen bu filmlerde, çizgi romanların zengin içeriğinin hikayeye de yansıtılması o filmin gişe hasılatında olduğu gibi yıllar içinde hakettiği değeri bulması açısından da bir hayli önemli. Bunun en önemli örneklerinden biri, çizgi roman kahramanları arasında çok ‘fan’ı olmasa da, beyazperdede hatırı sayılır hayran kazanmış olan Iron Man.


Filmin konusundan bahsetmemiz gerekirse, X-Men serisinden tanıdığımız Jean’in hazin ölümü sonrasında kendini kaybedip, alkole veren ve filmde sıkça ‘Mağara Adamı’ olarak da adlandırılan Wolverine, geçmişinden gelen ve hayatını kurtardığı bir dostuyla yeniden bir araya gelir. Yıllar sonra kendine bir imparatorluk kurmuş olan bu dost ölüm döşeğindedir, ama dünyayı terketmeye niyeti yoktur. Kendisini kurtaran ve kendini iyileştirebilme gücüne sahip olan Wolverine’in güçlerine gözünü dikmiştir.

Büyük bir bölümü Tokyo’da geçen filmde Wolverine’in Japon Mafyası Yakuza’yla sıkça karşı karşıya gelmesini izliyoruz. Yakuza’nın dövmeli, ufak tefek abileri karşısında Wolverine’in keskin pençeleriyle çok da zorluk çekmediğini tahmin edebilirsiniz. Ama filmde yer alan başka bir mutant Viper, hem gözlerimiz için bir bayram oluyor, hem de Wolverine için aşılması gereken zor bir engel teşkil ediyor.

Hikaye ile ilgili belirtmem gereken şey şu; bu filmde Wolverine’in X-Men tayfası ile bağı namına bir şey bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaktır, zira bu film ana hikayeden ayrı olarak Wolverine’in bir dönemine ışık tutan bağımsız bir hikayeye sahip. Tabii böyle bir beklentiye sahip olanlar, bitiş jeneriğinden sonra eklenen sürpriz görüntülerle bir nebze de olsa teselli edilebilirler.

Wolverine filmleriyle alakalı olarak, en başarılı unsur kesinlikle Hugh Jackman bence. Altıncı kez bu rolü alan Jackman, biçilmiş kaftan sanki. Sırf bu film için altı ay boyunca her hafta bir kilogram aldığı düşünülürse, rolüne tutkuyla bağlı olduğu rahatlıkla söylenebilir.


Bahsettiğim ekstra görüntülerden yola çıkarak Wolverine’i izleyeceğiz bir sonraki filmin, 2011 yapımı son X-Men filminin devamı olan X-Men:Days of Future Past olacağını söyleyebiliriz. Gönül, Avengers serisinin devam filminde de kendisinin keskin pençelerini görmeyi ister tabii…


 

 

Burcu Karatepe
1987 yılının güneşli bir ağustos gününde dünyaya geldim ve her güneşli günün mucizelere açılan bir kapı olduğuna inanırım. İstanbul'un küçük illerinden biri olan Silivri'de geçirdiğim 20 yılımın ardından İstanbul Üniversitesi'nin Sosyoloji-Felsefe bölümü koridorlarının tozunu yuttum ve derhal iş hayatına atıldım. Çeşitli televizyonlar ve prodüksiyon firmalarında editörlük ve yönetmen yardımcılığı görevlerinde bulundum. En nihayetinde en sevdiğim şeylerin, kitapların arasında buldum kendimi. Bir yayınevinde kitap editörlüğü yapıyorum ve beni kağıt, kalemden, yazmaktan alıkoyabilecek hiç bir şey olmadığını düşünüyorum...