Sarışın bir kız çocuğunun tavşan deliğinden geçip yıllardır rüyalarına konu olan fantastik dünyaya adımını atması ile başladı her şey. Kabuslarda bile peşimizi bırakmayan Freddy, Neo’ya zalim bir gerçeği açıklayan düşler tanrısı Morpheus, katman katman gezip imkansızı başarmaya çalışan Cobb derken de gerisi çorap söküğü gibi geldi…
Beyazperdenin içinde bulunduğumuz günlerde içerik sıkıntısı yaşadığı ortada. Bunun en açık seçik kanıtı da hızla artan yeniden çevrim filmler. Henüz, çok sevdiğim bir film olan Chucky serisinin yeniden çevrim haberini almış ve hatta fragmanını izlemişken, bu sıkıntı sürecinde çoğu zaman can simidi gibi hayat kurtaran rüyalar aleminden söz etmek yerinde olacaktır bence.
Bir çok türe kaynaklık eden bu konu, malumunuz bilimkurgu türünde daha bir popüler. Gelin en akılda kalanlarla kronolojik olarak kısaca bir göz atalım;
Kaşık yok!
Tüm sinefiller, Neo’nun tavşan dövmesini görmesiyle başlayan olaylar dizisini bilirler. Wachowski Kardeşler‘in ilk filmini 1999 yılında çektiği Matrix ve iki devam filmi, geçtiğimiz on yıl içerisinde artan bir ilgiyle kült mertebesine yükseldi.
Gerçekliğine dair ‘doğru’larını arayan Neo, bizi rüyaların bambaşka bir katmanına götürdü. Geceleri yatağımıza yattığımızda gördüğümüz bu âlemi, tüm insanlığın tutsak olduğu bir yer haline getiriyordu. Ve işin ilginç yanı ise; insanlığın bunun farkında bile olmamasıydı!
Wachowski Kardeşler’in şüphecilikten, varoluş felsefesinden yola çıkarak yazdıkları ve 1995 yapımı anime Ghost in the Shell, yine 1995 yapımı Strange Days, unutulmaz Alex Proyas şaheserlerinden Dark City gibi fütüristik filmlerden esinlenmelerin olduğu senaryo sayesinde düşlere, rüyalar âlemine, uykuya ve bilinçaltına yönelik faaliyetlere bakış açımızın kökten değiştiği kesin.
-O aptal tavşan kostümünü niye giydin?
-Sen, o aptal insan kostümünü niye giydin?
Bilimkurgu öğelerinin yer aldığı filmlerden devam etmemiz gerekirse sanırım kesinlikle değinmemiz gereken filmlerden ve benim de favorilerimden biri olan film 2001 yapımı Richard Kelly filmi Donnie Darko.
Gişede, küçük bütçesi ve zayıf tanıtımı nedeniyle beklenildiği gibi büyük bir başarı yakalayamayan film, gerek festivallerden, gerek DVD ortamlarından gördüğü ilgi sayesinde kısa sürede kült filmlerden birine dönüştü. Genç bir yönetmenin elinden çıkma bu film, zamanda yolculuk konusuna yaptığı bambaşka yaklaşımla vazgeçilmez bir bilimkurgu ve aynı zamanda dram filmi olmayı başardı.
Psikolojik sorunları olan ve aynı zamanda uyurgezer olan Donnie’nin düşleri vasıtasıyla dev bir tavşanla iletişime geçmesine ve zamanla bu iletişimin Donnie’nin tüm bakış açısını değiştirmesine şahit oluyorduk.
Zamanda yolculuk, paralel evrenler gibi muallak konularda gittikçe bilgisini geliştiren ve bilinçlenen Donnie ile birlikte aslında bizler de bu konulardan o kadar da uzak olmadığımızın farkına varıyorduk. Kelly’nin de senaryoyu yazarken yapmak istediğinin tam da bu olduğunu düşünüyorum.
Aç gözünü!
2001 yılının diğer bir başarılı yapımı da başrollerinde Tom Cruise ve Penelope Cruz‘un yer aldığı Cameron Crowe filmi Vanilla Sky idi. 1997 yılında, filmin aynı zamanda senaristi de olan Alejandro Amenábar tarafından çekilen Abre los ojos’un (Aç Gözünü) yeniden çevrimi olan film, gişede hatırı sayılır sayıda izleyiciyle buluşmuştu.
Babasından kalma mirası sayesinde gününü gün eden ama nihayetinde gerçek aşkı bulan David’in, geçirdiği bir araba kazası ertesinde gerçekle hayalleri karıştırmasını anlatıyordu film. Bizler, sebebin ağır psikolojik travma olduğunu düşünürken, film bize inceden inceden başka bir şeylerin döndüğünü göstermeye çalışıyordu.
‘Estetik’ finaliyle orijinaline göre çok daha başarılı bir iz bırakmış olan film, ‘uyuma, aç gözünü, hayat rüyalardan ibaret değil, korku seni tutsak etmesin’ gibi güçlü mesajlar içeriyordu. Hele bu mesajlardan birini, her iki filmde de yer alan Penelope Cruz’dan duymak bile insanın tüylerini diken diken etmeye yeterli oluyordu.
Neden bana ilgi gösteren her kadına aşık oluyorum?
Bir de Michel Gondry filmleri var ki, belki de bu konuda asıl çığır açanlar onlar. Bahsettiğim filmlerden ilki, hem romantik hem de bilimkurgu olabilme özelliğini başarıyla taşıyan 2004 yapımı Eternal Sunshine of the Spotless Mind.
En İyi Senaryo Oscar Ödülü’ne de sahip olan film, ciddi ilişkilerinin ardından birbirlerini Lacuna.inc şirketi yardımıyla hafızalarından sildiren bir çifti anlatıyordu ve belirtmem gerekir ki bu rollerde Jim Carrey ve Kate Winslet‘ten başka oyuncuları düşünemiyorum bile.
‘Birini hafızanızdan silebilirsiniz ama kalbinizden asla.’ şeklindeki romantik alt mesajına rağmen çok daha eksantrik öğeler içeriyordu. Özellikle Joel’un, ağır uyku evresindeyken yapılan hafıza silme işlemi sırasında yaşadıkları, bilinçaltını ‘deşip’ çıkardıkları görülmeye değerdi.
-Neden ben?
-Çünkü geri kalan herkes sıkıcı ve sen farklısın…
İkinci film olan 2006 yapımı Science of Sleep ise neredeyse tamamen rüyalarda geçiyordu ve sosyal medyada rüyalarla ilgili en yaratıcı filmlerden biri olarak da kendine yer edinmişti. Rüya tarifleri veren ve tüm hayatı rüyalardan ibaretmiş gibi gözüken Stephane ve yeni komşusu Stephanie arasındakileri anlatan film, tam bir görsel şölendi.
İkilinin arasındaki bir türlü mutlu sona ulaşamayan olaylar silsilesi ve bu durumun Stephane’ın bilinçaltında ve de rüyalarında ortaya çıkış biçimleri, üzerinde durulan konunun ne kadar sonsuz, ne kadar yoruma açık olduğunu gösteriyordu bizlere. Gondry’nin kıvrak zekası ile şekillenen mükemmel, az ve öz replikler filmin belkemiğini oluşturuyordu.
Bando yok, orkestra yok. Bütün bunlar sadece bant kaydı.
Sıklıkla kafamızı karıştıran, izledikten sonra bizi ne olduğuna anlam veremediğimiz duygulara sürükleyen filmlerin yönetmeni David Lynch‘in de bu alana el atmaması imkânsız herhalde. Yönetmenin 2001 yapımı filmi Mulholland Drive, Elephant Man‘den sonra en başarılı filmlerinden biri olarak değerlendirilebilir. Mulholland Drive iki film olarak düşünülebilir zira filmin yarısından fazlasında Naomi Watts‘ın canlandırdığı Diane’in gördüğü rüyaya şahit oluyorduk.
Diane uyandıktan sonra anlıyorduk ki, aslında Science of Sleep’de Stephane’ın verdiği tarzda bir rüya tarifinin içine girmişiz de farkında değiliz! Biraz gelişi güzel düşünce, az biraz yaşadığımız günden kalanlar ve tabii ki geçmişten peşimizi bırakmayan anılar; aşk, arkadaşlık ve ilişkiler. Tüm bunların, Lynch’in keskin zekâsıyla yoğrulduğunu düşünürsek üstünde durduğumuz temayla ilgili ortada bir şaheser olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Rüyadayken gördüklerimiz bize gerçek gibi gelir, ancak uyandığımızda bir tuhaflık olduğunu fark ederiz.
Ve son olarak değinmek istediğim film de son yılların en başarılı yönetmenlerinden biri olan Christopher Nolan‘ın 2010 yapımı filmi Inception. Kısaca belirtmek gerekirse film, varlıklı bir adamın aklında belirli bir fikri filizlendirmek adına toplanan bir ekibin, katman katman örülmüş hikayesi.
Öyle ayrıntılı örülmüş bir olay örgüsü ki bu, bir kez değil, birkaç kez rüyanın içinde başka bir rüyaya yolculuk etmek gibi fantastik bir deneyimle izleyiciyi mest ediyordu Nolan. Gerçek hayattan farklı olarak, olayların rüyalar aleminde alabileceği farklı şekilleri görüp, kendi deneyimlerimizle pekiştirme fırsatı buluyorduk bu film sayesinde.
Mükemmel setleri sayesinde bu deneyimlerimizi olabildiğince gerçekçi kılmayı da başarıyordu. Özellikle Cobb ve Mal çiftinin rüyalarında oluşturdukları kendilerine ait dünya, görsellik adına harikulade detaylar içeriyordu.
Tabii ki rüyaları konu alan filmler bu kadarla sınırlı değil, komedi filmlerinden tutun bilim kurguya, romantik filmlere kadar bir çok türe ilham kaynağı olan rüyalar/düşler beyazperdeyle daha bir çok kez buluşacakmış gibi görünüyor…