Deneyimler bizi bu hayatta bir filmin keresine yerleştiriyor. Her kare başka bir yaşanmış anı taşıyor ve gösteriyor. Bu film; hızla akıp giden ve anda alınmış kararlar ile kurulmuş bir düşün sonucudur aslında.
Bir ağacın kökü olmak….
Neden bir ağacın kökü? Çiçeklerin, insanların, düşüncelerinde kökü var. Hayata kök salmak ya da insanlığa kök söktürmek, köklü bir aileden gelmek, köküne kibrit suyu çalmak, kökü kuruyasıca, köksüz kalasıca derken bu konuyla ilgili epeyce söz söylenmiş olduğunu fark ettim. Bu yazıyı yazma nedenim tamamen benim hayata kök salma düşüncem ile ilgiliydi. Fakat aklıma gelen cümleler tutunmaktan ziyade gitmeleri anlatıyor bana, daha doğrusu hatırlatıyor.
Dünyanın geçici olduğu fikrine yıllardır inandırdım kendimi. Tabi dünyada benim bu düşüncelerimi gerçek kılmak için köksüz bir yaşamı mümkün hale getirdi daima. Bu yolda sen nasıl bir yön çizersen kendine, hayatta sana bu konuda kesinlikle eşlik ediyor bunu öğrendim. Yani gitmen gerekiyorsa gönderiyor, kaybetmen gerekiyorsa elinden alıyor. Köksüzlük çıplak bir yalnızlık oluyor ve insan su damlası düşlerde büyütüyor kendisini tüm bunlar olup bitiyorken.
Damla ve su olmak daha kolaydı dönüp baktığımda geriye. Çünkü düşlediğin tüm gitmeleri içinde taşıyordu. Benimki düpedüz deniz sevdasına damla olup, nefeste boğulmaktı. Kök olmak ne haddime idi. Köklenmek bir ağaca göreydi, papatya, gül, domates, biber, çiğdem, çuha çiçeği, ve sardunyanın derdi olmalıydı kök salmak. Ben kah derede, kah gökyüzünde olmalıyım. Bazen de kocaman bir nehir, derin bir okyanus. Özeti yok ki bu hayatın, geldi kazık çaktı gitti desinler. Kazık çakmak, kök salmak demek midir? Zor sorulardan biri de bu, en azından benim için zor.
Dün babam ve annem ile bir araya geldim bana küsmüşlerdi. Oysa küsmesi gereken bendim çünkü çocuk olan bendim ve onlar ebeveyn idi yani onların sahip çıkması ve araması gerekiyordu… Yaşımın kaç olduğu hiç önemli olmadan… Onların bu hallerine bakıp, köksüz olmayı seçiyor olabilir miydim? Eğer öyleyse gerçekten, hayat kendisini gerçekleştirmek için tüm kozlarını oynuyor bana karşı demektir… Sohbet esnasında ben bu aileye, bu düşünceye, bu yaşama “onların yaşamlarına” ait değilim dedim. Evet kendimi bildim bileli, kültürleri, düşünceleri, eylemleri, sevinçleri, hayat amaçları, sürdürülebilir yaşam modellerini ve inançlarını kabul etmedim daha doğrusu edemedim. O topluma daha doğrusu bu dünyaya ait değildim, bu yüzden çok fazla ayrıştım. Bile bile dışına ittim kendimi çemberin, yok saydığım aslında kökün kendisi idi. Ait olmamak düşüncesi tam da burada başlıyor bende. Uzaklar, tek başınalık ve nehir kenarında bir kulübe bu yüzden düşlerimin vazgeçilmez unsurları olmakta her zaman.
Hayatımda olan insanlar ile olan yaşam sürecimde ortaya çıkan her bir farkındalık yine köksüz yaşamın getirisi idi. Ben bu hayata ait olamadığım için Onlar da bana ait olamıyordu. Benim ait olmak ve kalıcılık konusundaki yaşam kavgam burada da bariz şekilde karşıma çıkıyordu. Hayata ait olamayınca, onun düşlerinde çoğalmak bir anda başka bir gerçekliği yaşatıyordu bana. Onun için var olmayı seçmeliyim gibi bir düşünceye sarıyordu kendisini. Zihin ve beklentileri olmaya başlıyordu yaşam ve yaşanmışlık için fakat tüm bunları kendisi için değil, kendisine parça eylediği hayat için yapıyordu benlik…
Bir oyun gibi geldi şimdi bu köklenmek fikri, oyundan atılmamak için teslim olmuş görüntüsü vermek. Tabi bu da olmadı; ilişkiler, başlayamayan ya da umulmadık şekilde sona gidip gelen birlikltekler ve düşler. Bu bir sınav ise sanırım ders bir ağacın kökü olduğunu hayal edip bu dünyaya ait olma hissine ulaşmak şeklinde olacak. Bunu tek başına mı yapacağım yoksa yeni bir başlangıç mı beni oraya taşıyacak bilemiyorum?
Gerçek, yüreği konar göçer bir ben bulup gitmek gibi gelse de bu dünya deneyiminde kalıcı olma, kök salma realitesini gerçekleştirecek bir yüreğe sahip olup ilk tohumu toprağa atmak olmalı diye düşündüm. Sanırım; dünya onun yüreğine dokunursam bana yaşama fırsatı verecek, en azından kendi bilgeliğini bana teslim edecek ve beni gülümseyerek besleyecek…
Beni buraya ait hissettirecek kadar güçlü bir çekim merkezine ihtiyacım var. Kendi hayatımda var olan insanlar bile beni sabitleyemiyorlarken, beni sabitleyecek O gücün gerçekten emek veren ve taşın altına elini sokan bir güçte ve inatta olması gerekmekte. Ya da benim kendimi ikna edip yeni bir başlangıç (kök salmak) için yola çıkmaya ikna etmem gerekiyor. Kolay bir süreç değil, bu kadar zaman yokluğu oynayıp sonra kök salıp büyümeye ve kalıcı olmaya çalışmak… Üstelik gitme zamanının yaklaştığını hissettiğim şu törpüsüz ömür dilimlerinde.
Hayata büyük çerçeveden bakınca dünya zamanı deryada damla gibi geliyor. Halbuki damlanın kendisi değil miydi deryayı oluşturan? Öyleyse neden damlayı değerli ve kalıcı kılmanın çabasında değilim? Daha doğrusu bunun çabasında olmak gerekiyor mu?
Aklıma Şems’in hikayesi geldi. Ailesini reddedip erken yaşta yola düşüşünü yaşıyorum. Zaten yaşam deneyimimde Şems ve Mevlana’nın çok başka yeri var. Mevlana düşleri görüp, Şems hayatı yaşıyorum. İkilik en çok burada karşıma çıkıyor. Sevgili için kalmak ya da sevgili için artmaya çaba harcamak. Bu çaba kök salmak olarak nitelendirilebilir mi? Mevlana gibi türbede aşkı yazmak ya da Şems gibi aşk için dünyanın her hangi bir yerinde var olmak.
Sevgili istiyor diye sevgilinin kapısına dayanmak ve gitmek gerektiği zaman gitmek. İster ölümle ister nefesle fakat gitmek. İnsan, dergahı ve secdesi sevgili olunca durabiliyor sadece… Şems, Mevlana’ya hem dergah hem de kıble oldu belki de bu yüzden uzunca bir süre kalmayı seçti o yürekte… Benim köksüz kalışlarım dergahsız ve mekansız kalışlarım bundan olabilir mi? Neden olmasın…
Şems’ten bir ağaç olmasını beklemek ahmaklık olur gibi geliyor bana bu yüzden Şems-i Parende demişler ona yani Uçan Şems… Kanatsız uçuşlarım ve kendime yokluklarım en çok bu yüzdendir buna artık adım gibi eminim. Adım dedim de o bile bir başka hal aslında, “Murat” muradın olsun, hep bir dilek, bir istek, bir dua ve bir beklenti gibi. Gelmesi bekleneni dile getirmek için söylenip durulan bir ismim var ve bir türlü gelemiyorum bana… Gelmeye de pek niyetli görünmüyorum fakat ders gelmek ve kalmaksa o zaman bir Mevlana’yı içime yerleştirip ona dönmem gerek yüzümü…
[quote]Bir insan içine bir ağaç dikebilir mi? Mesela çınar ağacı olabilir. Geçen bir yazı okumuştum “babalar çınar ağacı gibidir meyve vermese de gölgesi yeter” deniyordu. Baba olup gölge olmak bunu başarabildiğimi fark ettim. Hatta gölge olmayı sadece çocuklara değil hayat çizgimde var olan herkese karşı yapabildim en azından hissiyatım böyle.[/quote]
Bir çınar ağacı olmak. Bir çınar ağacı gibi köklenmek ve bu dünyaya ait olduğunu varsayarak… Ama yürek kocaman bir nehir misali denize katılmaya can atıyorken nasıl mümkün olacak bu çırpınışlar da kök salma çabası bunu bilmek gerçekten çok zor. Şems’i öldürsem toprak kuruyacak, Mevlana’yı öldürsem suyun önemi kalmayacak, dolacak kap bulamayacak… Hal böyle iken ikisinden bir ada yapıp içinde kendimi doğurmak en mantıklısı olacak…
Hayata renk katmak için yeşil bir ağaç olmak gerekmiyor yahut o ağacın gövdesinin rengine bürünmek, gökyüzünün mavisi, denizin renksizliği de önemli değil. Bir gülüşün de rengine bürünebilir insan, bir bakışın rengiyle kendisini boyayabilir mutluluğa. Hayatta var olmak için kök salmak gerekmiyor ki hayat kök salınacak kadar değerli olsa da daha değerli bir şey var ki o da bütün insanlığın köklerinden özgürleşerek kendi varlığına dokunması şeklinde olacaktır.
Bilge bir ailem olmadı ve bilge öğretmenlerimde. Bilgelik, çocuklarımla gelmeye başladı yolda pişmek gerekmiş diye gördükçe ve yaşadıkça kendimi farkındalıklarım artmaya başladı. En büyük kırılımı hayatıma gerçekten tohum eken, çiçek açmanın, güzel kokmanın, güzel görünmenin ve aydınlığı saçmanın gerekliliğini gösteren sevgili olmuştu. Tam da kök salmayı düşündüğüm anda daha baskın olan köksüzlük ateşi ile yanan varlığımın yansıması olsa gerek bu kalma çabası kendini gerçekleştirmedi bir türlü. Öyle ya gitmek kalmaktan her zaman daha kolaydı ve eşlik eden sadece yüreğim ve düşlerim oluyordu bana.
Bazen tutunmak için mazeretleri olmalı insanın diyorum, kendisi için gitmeyi düşünse de başkaları için kalmayı seçebilmeli. Yani onlar için güzelleşebilmeli ve güzelleştirmeli dünyayı. Yalansız, kimliksiz, ait olmadan, her şeyde kendini çoğaltarak, sevgili tadında nefesler alarak kalmayı seçmeli…
Neden zor gelir ki tutunmak ve kalmak “düş”üncesi, bir düş olduğu için mi? Yoksa, tutunmak gerçekten gereksiz mi? Kim büyürse büyümüyor işte içinden çıkan gitme öyküleri.
Büyümekten değil, kalmaktan değil, susmaktan değil, anlatmaktan değil, anlaşılmamaktan değil, sadece bu dünyada olmanın gerekliliğine inanmadığı için tutunmak gereksiz geliyor ruhuma…
Bu yazı köksüz Kalanların tek başınalığına adanmıştır.