Kovaladıkça kaçan ipek böceği

Huzeyfe’nin önünde iki seçenek varmış: Ya bildiği yegane dua olan tırtıl duasını okumaya başlayacak ya da elindeki son kozu oynayacakmış. Ağzından hayatını kurtaracak şu kelimeler dökülmüş: Siz ipek nedir, bilir misiniz?

Kovaladıkça kaçan ipek böceği

Bursa’nın köylerinden birinde, devasa büyüklükte bir dut ağacı varmış. Bu kudretli ağacın içinde minik bir tırtıl yaşarmış. Tırtıl çevresiyle münakaşası olmayan, uysal, kendi halinde biriymiş. Tek kusuru oburluk olan tırtılın ismi, Huzeyfe‘ymiş.

Bir tırtılın sosyal çevresi ne denli geniş olabilir? İşte o kadar genişmiş. Minik hayvan gün boyunca yüzlerce karıncayla selamlaşıyor, onlarca helikopter böceğiyle tokalaşıyor, ardından işine devam ediyormuş. İş deyince sigortalı işi var zannetmeyin sakın. Tüm gün dut ağacının yapraklarını kemirip duruyormuş, başka ne yapacaktı!


Doğadaki canlı tırtıl bile olsa tek başına yaşayamaz. Yalnızlık sadece tanrıya mahsustur. Haliyle tırtılımız da uzun süredir kalp ağrısı çekiyormuş. Her gece yalnız uyuduğu için kederleniyor, doyasıya sarılabileceği bir yavuklunun hasretiyle kıvranıp duruyormuş. Kısacası, tırtılımız artık meftun olmak istiyor, bir yaprakta kocayabileceği, zarif bir dişi arıyormuş.

Abazanlıktan kavrulan Huzeyfe, yalnızlığına derman bulmak için geceleri uyumuyormuş ama ne fayda! Elden ne gelir ki? Mecnun gibi yollara mı düşsün, Ferhat gibi dağları mı delsin? Zaten hayvancağızın teknolojik imkânları kısıtlı; hareket kabiliyeti desen daha da sınırlı. (Tüm gün boyunca bir daldan diğerine anca ilerleyebiliyor.) Huzeyfecik kendine nasıl eş bulsun, sorarım size!

Bir sabah uyandığında, en yakın dostu Karınca Metin’in düğün davetiyesini alınca deliye dönmüş. Yaşıtlarının hepsi çoktan evlenmiş olan Huzeyfe, kendisinden üç gün küçük dostunun da muradına erecek olmasını gururuna yedirememiş. Koca ağaçta tek bekâr kendisiymiş. Bu ne trajik bir vaziyettir, herhalde anlayabilirsiniz.

Tabiri caizse çılgına dönen Huzeyfe, uykusuz gecelerinde kurguladığı, ancak sonraları korkup ötelediği planını yeniden gündemine almış. Henüz taslak aşamasındaki bu plan çok riskliymiş, belki aptalca bile denebilir. Fakat eşcinsel olduğuna dair dedikodular çıktığını, hatta çevre ağaçların gövdelerine kimliği belirsizler tarafından gay Huzeyfe’ yazıldığını düşününce, planını hayata geçirmeye karar vermiş. (Evet, hayvanların arasında da homofobikler vardır.)

ipek

Dut ağacının zirvesinde kocaman bir kuş yuvası varmış. İki babayiğit güvercinin hazırladığı bu yuva, ulaşılması güç noktadaymış. Plana göre; Huzeyfe engebeli yollardan bu yuvaya tırmanacak ve ona eş bulmaları için güvercinlere yakaracakmış. Dedim ya plan çok tehlikeli diye, o esnada güvercinler Huzeyfe’yi pekala mideye indirebilir ve tırtılın kısacık ömrü oracıkta noktalanabilirmiş. Amma velakin artık yalnızlıktan usanan Huzeyfe tüm riskleri göze almış!

Tan vakti çıkmış yola. Devasa dallara tırmanmış, kocaman yapraklardan atlamış, mola vermeden saatlerce mesafe kat etmiş. Yeri gelmiş, pusuda bekleyen leş kokulu sincaplarla mücadele etmiş; yeri gelmiş, diğer kızışmış erkek tırtıllarla tartışmış. Her türlü zorlukla boğuşmuş; kimi zaman sendeleyip çakılma tehlikesi atlatmış. Ancak ufukta hep ışık görüyormuş ve çetrefilli engellere rağmen hiç vazgeçmemiş. Gerekirse bu uğurda ölmekten başka çıkar yol olmadığının farkındaymış.

Yaklaşık altı saatlik yolculuğun ardından, tırtılımız varmış kuş yuvasına. O esnada şarkı söylemekte olan güvercinler şaşkınlıklarını gizleyememişler ve hızla doğrulmuşlar. Sonradan isminin Hakan olduğunu öğrendiğim kabarık tüylü güvercin sırıtmaya başlamış. ‘Eceli gelen tırtıl, cami duvarına işermiş’ diyerek basmış kahkahayı. Yancısı da katıla katıla gülmüş. Henüz kahvaltı bile yapmayan dev güvercin, Huzeyfe’yi mideye indirmek üzere ileri atılmış.

‘Durun! diye bağırmış Huzeyfe: – ‘Bunca yolu beni yiyesiniz diye gelmedim!’

Hakan sağ ayağıyla tırtılın naçiz bedenine basmış: – ‘O halde umarım sürprizlere açıksındır, seni aptal tırtıl. Son duanı et!’

Huzeyfe’nin önünde iki seçenek varmış: Ya bildiği yegane dua olan tırtıl duasını okumaya başlayacak ya da elindeki son kozu oynayacakmış. Elbette ikinci şıkkı seçmiş.

– ‘Siz ipek nedir, bilir misiniz?’ diye sormuş Huzeyfe.

– ‘Hayır! Bundan bize ne?’ diye kabarmış, aç Hakan.

– ‘Güvercin ağabeylerim, ipek doğaüstü bir maddedir. Beyazdır, yumuşaktır, rahattır. İnsan diye bildiğimiz canlılar ipekten pek güzel faydalanırlar. Giysilerini onunla örerler, yastık yapıp üzerinde uyurlar. İpek olmasa insanoğlunun kıçında don bile olmazdı. İpek harikadır, nimettir, tüm canlılar için olağanüstü bir lütuftur.’ diye izah etmiş tırtıl.

Hakan ve yancısı etkilendiklerini gizlemeye gerek duymamışlar. Ayağını tırtılın üzerinden kaldıran dev güvercin; – ‘Tamam da biz insan değiliz ki! Bizim ne işimize yarar bu ipek?’ demiş.

– ‘Aptal olmayın lütfen. Çevrenize bakın! Yuvanızın ne berbat olduğunu görmüyor musunuz? Tamam anlıyorum, ortada büyük emek var, uğraşıp çabalayıp bir şeyler yapmışsınız. Ancak bu küçük dallar kıçınıza batmıyor mu ağabeylerim? Günlerce kanat çırpıp bir araya getirdiğiniz bu çalı çırpıların üzerinde nasıl rahat uyuyabiliyorsunuz?’

Hakan ve arkadaşı birbirlerine bakakalmışlar, gözleriyle iletişim kurarak tırtıla hak vermişler. Özgüveni artan Huzeyfe devam etmiş konuşmaya:

– ‘Bu kudretli ağacın zirvesinde, tamamen ipekten yapılmış bir yuvanız olduğunu düşünün. Her gece mışıl mışıl uyuduğunuzu, yumuşacık yatağınızda tüm stresinizi attığınızı, zevkten tüylerinizin bile parlaklaştığını düşünün. Milyonlarca insan boşuna ipek yataklarda uyumuyor.’

Külliyen büyülenen güvercinler fısıldaşmaya başlamışlar. Çok geçmeden Hakan, heyecan ve şüpheyle karışık bir duyguyla açmış gagasını: – ‘Peki sen nereden bulacaksın bu ipek denen şeyi?’


– ‘Ah benim salak ağabeylerim, şu küçümsediğiniz, çirkin diye yerin dibine soktuğunuz bendeniz aslında bir ipek böceğiyim. Dünyaya ve insanlığa bunca kolaylık sağlayan ipek maddesini, benden başka kimse üretemez. Şimdi gelin sizinle anlaşma yapalım. Siz bana helal yaprak emmiş bir dişi tırtıl bulun, ben de size ipekten bir yuva yapayım. Hepimiz mutlu olalım, bu kudretli dut ağacı herkes için daha huzurlu olsun.’

Kıçları yara bere olan güvercinler, teklifi memnuniyetle kabul etmişler. Huzeyfe’yi yemekten vazgeçmiş, hatta ona eş bulmak için sağa sola uçuşmuşlar. Piyasada tırtıl mı yok, henüz yarım saat geçmeden dönmüşler. Hakan’ın avucunda üç buçuk santim boyunda, minyon, alımlı bir dişi varmış. Kibarca bırakmış onu yuvaya; – ‘Hadi bakalım pis tırtıllar, tanışın, kaynaşın’ demiş ve yancısını alarak gökyüzüne kanat çırpmış.

Öleceğini sandığı için şaşkınlığını atamayan dişi tırtıl, isminin Füsun olduğunu söylemiş. Huzeyfe o anda kendinden geçmiş ve kalbinin duracağını zannetmiş. Minik kalbi patlayacak gibi olmuş. Aşkın en yoğun halini bedeninde hissetmiş. Beyninin bütün kıvrımlarında durmaksızın müstakbel yavuklusunun ismi yankılanıyormuş: –  ‘Füsun, Füsun, Füsunum…’

Oldukça sempatik ve güleç bir bayanmış Füsun. Zaten ormanda paranın borusu ötmediği için, burnu havalarda değilmiş. Takdir edersiniz ki, Huzeyfe’nin duygularına da kayıtsız kalamamış. Çiftimiz, dillere destan bir aşka yelken açmış.

Kudretli dut ağacına temelli yerleşen Füsun, vaktinin tümünü Huzeyfe’yle geçiriyormuş. Günlerini dallar arası gezinerek geçiriyor, birbirlerinden hiç sıkılmıyorlarmış. Saat başı değişik yaprağın tadına bakarak ziyafet çekiyorlar, hatta bazen aynı yaprağın iki ucundan başlayarak ortada öpüşüyorlarmış. İşte böyle Yeşilçam filmlerindeki gibi bir ilişkiymiş onlarınki.

Bir sabah çiftimizin kapısı çalınmış, haliyle dev güvercin Hakan çıkagelmiş. Her zamankinden daha kabarık, heybetli ve öfkeli görünüyormuş. Açmış gagasını, yummuş gözünü: – ‘Ulan şerefsiz nerede bizim ipeğimiz? Günlerdir oyalıyorsun, devlet memuru gibi ”Bugün git yarın gel!” Bana bak, biz sözümüzü tuttuk, sen sahtekârlık yaptın bize. Nasıl kandırabildin bizi lanet olası! Tatlı dilinle yuvamıza gelip pezevenklik yaptırdın bize! Seni iğrenç tırtıl, derhal bize ipek getireceksin, bugün istiyorum o şeyi, aksi takdirde senin de o güzel karının da canı yanacak’ demiş ve hiddetle uçarak uzaklaşmış.

İki tırtıl güvercinin arkasından bakakalmışlar. Birkaç dakika sonra şoku atlatan Huzeyfe; –  ‘Sence bunu yapmalı mıyız?’ diye sormuş dünya tatlısı eşine.

– ‘Yapmalıyız bebişim. Aksi halde hayvan herif ikimizi de yiyecek’ diye cevaplamış Füsun.

Vücuduyla onaylamış Huzeyfe, ardından dişisini elinden tutup odalarına götürmüş. Tutkuyla, şevkle sevişmişler uzunca bir süre, sanki bunun son sevişmeleri olacağını biliyorlarmış gibi.

Saatler öğleden sonra ikiyi gösteriyormuş. İki aşık itinayla ağacın en kalın dalını bellemiş ve onu askı olarak kullanarak baş aşağı sarkmış. Üst dudaklarındaki delikten iplik halinde ipek salgılamaya ve başlarıyla sekiz çizerek ipeklerini örmeye başlamışlar. Kar beyazı, parlak bir madde görkemle beliriyor ve adeta tanrının varlığını bizlere hatırlatan doğaüstü olay cereyan ediyormuş. Günler boyunca ipek salgılamaya devam etmiş tırtıllar. Dört gün boyunca, başlarını 130.000 kez döndürerek, başka hiçbir canlının beceremeyeceği bir ritüel sunmuşlar doğaya. Ağır ağır ipekle donatmışlar çevrelerini. Pamuk şeker gibi yumuşak, tenis topu gibi yuvarlak iki koza, tırtılları içine hapsediyormuş.

Dört günün sonunda, ikisi de kozalarını bitirmiş ve yorgunluktan içlerinde uyuyakalmış. Asil birer kelebek olarak oradan çıkacakları güne kadar inzivaya çekilmişler yani.

***

Hikayenin gerisi, aşina olduğunuz sonlardan biraz farklı. Dilerseniz birkaç genel bilgiyle başlayalım.

İpekçilik, hiçbir koşulda eskimeyecek mesleklerden biridir. Çünkü insanoğlu daima giyinmek ve yumuşak yastıklarda uyumak isteyecektir; bu talepler zaruridir.

İpekçilik mesleğinin, erbaplarının çok iyi bildiği bazı püf noktaları vardır: Ormana gidersiniz, ağaçları itinayla incelersiniz, birkaç saatlik arayıştan sonra dallardan dut gibi sarkmış beyaz kozalar görürsünüz.

Bir tırtıl günlerce uğraşarak kozasını yapmıştır ve iki üç hafta sonra kelebek olduğunda kozasını parçalayarak dışarı çıkacaktır. İşte ipekçilik mesleğinin üstatları bu aşamada aceleci davranmak zorundadır. Çünkü kelebeğe dönüşen tırtıl, oradan çıkabilmek için ister istemez kozasını deforme eder.

Bu yüzden kozaları daldan koparan insanlar, onları ivedilikle kaynar suya atarlar. Böylece içindeki tırtıl yanarak ölür ve kozanın formu bozulmamış olur.

Huzeyfe ve Füsun kozalarından çıkamadı. Çünkü Bursalı çiftçiler, onların kozalarını kopararak kaynar suya attı. Kısacası iki sevgili kelebek olamadı, özgürlüklerine kavuşamadı ve birbirlerine asla doyamadı.

Kelebeklerin ömrü ortalama bir haftadır. Yani Huzeyfe ve Füsun kozalarından çıkabilselerdi, belki bir hafta daha yaşayacaklardı. Bir aşkı hakkıyla yaşamak için yeterli mi, orası bilinmez; ancak şu bir gerçek ki, insanoğlu onlara bunu bile fazla görmüştü.


Bu hikâyeyi okuduktan sonra üzerinizdeki giysilere bakın, onları her zamankinden dikkatli inceleyin. Çünkü şu an giydiğiniz o kumaş parçaları, işte böyle ufacık tırtılların kocaman eserleri olabilir. Hatta kim bilebilir ki, belki de üzerinizdekiler bizzat Huzeyfe ve Füsun’un el emeğidir.


İsmail Pişer
İzmir’de doğdum, Denizli ve Eskişehir’de büyüdüm, Mersin ve Ankara’da okudum, Konya’da ve birçok şehirde yıllarımı geçirdim. Belki biraz göçebe ruhlu olduğumdan, kendimi hiçbir vilayete ait hissetmedim. Hepinizin aşina olduğu o boşluk duygusu, bana yazma tutkusu olarak sirayet etti. Bolca öykü ve deneme yazdım. Yazmak para kazandırmıyor çoğu zaman ama akıl sağlığı için gerçekten hayati olabiliyor.