İçimizdeki ölü coşkuyu, oyuna çağıran asi bir sokak çocuğudur eflatun; güneşin ilk ışıkları, doyumsuz düşlerimize vurmuştur bir kere, en imkansıza aşık oluruz kızıla çalan bu kentte ve kendi günahlarımızı gönüllü işlemek için çözeriz yüreğimizin kuşkusunu, unuttuğumuz dili anımsayarak.

Mevsim, toprağın ve havanın rahminde cenindi henüz ve doğumdan önce ilk suları çağlamaya başlamamıştı; güneş, boranların savurduğu çamurlaşmış hayatların üzerine doğacağı şafakların özlemi ile elçisi cemreyi göndermişti yeryüzüne. Yenik bir savaşçının umutsuzluğunu gözlerinde taşıyan acı, mutsuzluğun öncesizliğinde kendince onurlu direnişini sürdürmeye çalışıyordu. Peygamberini ele veren Havari Yahuda İskariot‘ un cansız bedeni, pişmanlığı ile sallanıyordu Erguvan ağacının dalında ve beyazın en saf hali olan yapraklar, utancın kızılına direnerek döndüler sonra.
‘Hala uyuyor, dinleniyor musunuz?’ diye sormuştu Havarilerine İsa. ‘Yeter! Saat geldi. İşte, İnsanoğlu günahkarların eline veriliyor. Kalkın gidelim. İşte bana ihanet eden geldi! ‘ Yahuda, ‘Kimi öpersem, İsa O’ dur. O’ nu tutuklayın’ diye sözleşmişti başkahinle. ‘Rabbi’ diyerek öptü İsa’ yı ve yakalanmasını gerçekleştirdi. İsa onlara, ‘Ne için bir haydutmuşum gibi beni kılıç ve sopalarla yakalamaya geldiniz? Her gün tapınakta, yanıbaşınızda öğretiyordum, beni tutuklamadınız. Ama bu, Kutsal Yazılar yerine gelsin diye oldu.’ O zaman Havarilerinin hepsi O’nu bırakıp kaçtı.
İmparator Konstantin, kendi adını kente verdiğinde, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’ u fethettiğinde mevsim erguvandı. Bu sihirli kent Bizans’ ta, Osmanlı’ da, Cumhuriyet’ de hangi adı alırsa alsın, yağmacısı erguvan ağacı bir aylık ömrü ile tanıklık etmiştir medeniyetlerin geçişine; eflatun renginin içine saklanmış mavisi ile büyük bir gizi de içinde taşıyarak, utangaç müjdelerin habercisi olmuştur.
[quote]Hain bir Havarinin, kendi cezasını erguvan ağacının dallarında vermesinden dolayı, ihanetin rengine kaplanan yapraklar, başka coğrafyalarda aşk olmuştur. [/quote]
Pişmanlık ve vicdan azabı aşkın yollarında kendini affettirmek ister, bu yüzden sürgün etmiştir kendini Golgotha’ nın çileli sokaklarından İstanbul’ un aşk mavisine. İçimizdeki ölü coşkuyu, oyuna çağıran asi bir sokak çocuğudur eflatun; güneşin ilk ışıkları, doyumsuz düşlerimize vurmuştur bir kere, en imkansıza aşık oluruz kızıla çalan bu kentte ve kendi günahlarımızı gönüllü işlemek için çözeriz yüreğimizin kuşkusunu, unuttuğumuz dili anımsayarak.
Gri yorgunu gözlerimiz bekler mevsim dönümlerini, gülümsemelerin ve öpüşlerin heyecanını duymak için güzelliklerin yaşandığı kısıtlı zamanlara ruhlarımızı kilitlemek isteriz. Kitaplarda anlatılan düşlerin gerçekliğini yaşamak için, erguvan kalabalıkların çocuğu olmak gerekir; rüzgarın alıp götüreceği maviye en çok yakışan eflatun renkli şiirlerdir ve eski bir tanıdığın selamı kadar sıcaktır gülümsemesi. Kurşunla kaplanmış yüreklerin mezarından aşkın doğduğu mevsimin adıdır erguvan ve içimizdeki filizlenen yaşamın ölümsüz kaynağıdır aynı zamanda.

Erguvan mevsiminde, insana dair ne kadar duygu varsa giz olmuş bu kentin sokaklarında ve söylenmemiş cümleleri, utanç duyulmuş ilişkileri ile bir hayalatin yalnızlığında sahipsiz kederlerin şarkısı bestelenmiştir. Aşklar, ihanetler, tutkular, cinayetler, ihtiraslar… erguvanlar her bahar kısa bir süre için kendilerini göstererek değişen hiçbir şeyin olmadığını görürler; yaprakları kızıla dönerken, var olmamızın bir utanca dönüştüğünü de ve ele verdiğimiz bir peygamberin kutsallığını taşıyan masum hayatlarımızın olduğunu da bilirler.
[quote]Gerçeği oluşturan kendimize ait özün olduğunu bilemeden kaybolup gideceğiz, tıpkı bizden önce yok olanlar gibi ve bunu anladığımızda bir erguvanın yaşam süresi kadar zamanımız kalacak, tek fark, o her bahar kızılına bürünüp canlanırken, biz kenti dolduran ölü ruhlardan olacağız. [/quote]
Medeniyetlerin geçici durağı olan bu kentten yüzünde maskelerle sayısız insanlar geçmiş ve geçecektir; imparatoru, padişahı, mutaassıbı, özgürlükçüsü, örgütlü veya dağınık başkaldıranı, özüne sahip olamayan bu kent binlerce kez tecavüze uğradı ve dayandı, hem yabancılar tarafından hem en yakınlarından ve erguvan yaprakları beyazdan kızıla döndü utancımızı üstlenerek; kalabalıklığımızın kenarından eflatun gözlerle bizi seyrettiler, yalanlarımızı, korkularımızı, yabancılaşmamızı ve saklanmak için gereksiz çabalarımızın farkındaydılar. Yitip gitmeyeceğimizi sanıyorduk, ama onlar böyle olmayacağını biliyorlardı ve bize öğretmek istiyorlardı; çünkü her geçmiş kaybolan demekti, yarın bilinmezlik, oysa AN’ da yaşanıyordu her şey kısa da olsa; kendimizle ilgili gerçekliğe dönemeyecek kadar uzaktık ve akıp gidiyorduk eflatun zamanlardan.
Sahtelikten, nefretten sıyrılıp, yüzümüzdeki maskeyi çıkardığımızda ve özümüze dair ne varsa elimizde, büyük bir kıskançlıkla korumalıyız onu; yoksa erguvanlar bu kente küsüp, umutsuzluğun eflatun tonunu bırakarak ikinci sürgüne gönüllü gidecekler.


