Savaş Meydanındaki Piyonlar

Kim bilir, belki yüz sene sonra savaşlar bitecek. Vakit gelecek, aşk tanrısı Eros’un mesaisi başlayacak. Ben göremeyeceğim, kaderim böyle yazılmış. Kimisi küllerinden doğar, kimisi ise kül olarak doğar, kül olarak kalır. Ben Eyyafyallayöküll dağından fışkıran bir avuç külüm. Evet, yazar olabilseydim kitabıma kesinlikle böyle yazardım.

savaş meydanındaki piyonlar

Savaş Meydanındaki Piyonlar

‘İki ordu karşılaştığında en öndekiler daima ölür’ demişti sevdiğim birisi. Ben şu an en öndeyim. Elimde henüz birkaç ay önce tanıştığım bir tüfek. Topuklarımızı toprağa vura vura koşuyoruz. Aman tanrım. Şu insanların yüz ifadelerine bak. Nasıl da nefret dolu. Bir insan gırtlağına kadar kinle dolabilir mi? Adem ve Havva’dan türeyip nasıl böyle canavarlaştık? Ben ise muhtelif duygular içindeyim. Korkuyorum, bacaklarım titremekten birbirine çarpıyor. Git gide yaklaşıyoruz, nefeslerini ve korkunç hırıltılarını duyabiliyorum. Öleceğim, biliyorum.

Şu an silah arkadaşlarım ne düşünüyorlar acaba? Benim aksime çok kararlı görünüyorlar. Bence şu an dua ediyorlardır. Ben ise çarpışmaya saniyeler kala, ihtimaller üzerine kafa yoruyorum. Kazanırsak ne olacak? Zafer bize ne getirir? Biraz daha toprak, biraz daha petrol, biraz daha ganimet… Fakat ben idrak edemeyeceğim galiba. En öndekiler her zaman ölür. Belki, belki bundan yüzyıllar sonra kahramanlığımın bir filmini çekerler. Şöyle bir bakıyorum da, yanımdaki sarışın askerin de filmini çekmeliler. Hem o benden daha yakışıklı. Tüfeğini çok daha şık tutuyor. Ben doğru düzgün taşıyamıyorum bile. Yaşlı ve hastalıklı bir adam gibi titriyorum. Avurtlarım çöktü. Korkuyorum.


Ölmek istemiyorum. Eğilip botlarımın bağcıklarını mı bağlasam? Hem birkaç sıra geriye düşerim o zaman. Şimdi anlıyorum ki, ben kahraman olarak doğmadım. Bundan kırk sene sonra, az sayıda saç teliyle kelini gizlemiş bir ihtiyar olmalıyım ben. Lakin burada ne işim var? Neden savaşıyoruz? İkinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelere baksanıza! Sovyetler birliği dağıldı. Avrupa münferit durumlara düştü. Almanya’da Hitler canice bir öjeni politikası uyguladı. Mussolini ırkçı görüşleriyle Etiyopya’da on beş bin insanı katlettirdi. Milyonlarca masum hayat yitip gitti. Teknolojide, tıpta, bilimde, sanatta ne de güzel değerlendirilebilecek bir on sene heba edildi. Bunun nesi iyi? Ya o Amerika’ya ne demeli? Avrupa ergen çocuklar gibi didişirken ne kadar da güçlendiler? Demek ki güçlenmek için bazen de sükunet gerek. Keşke bunları Generale anlatabilseydim. Hoş, beni dinlemezdi ki.

Hayat bir satranç oyunu. Ben ise bir piyonum.

Hayat bir satranç oyunu.

Acımasızca ileri sürülüyorum. Hiçbir değerim yok. Yüzyıllar sonra kitaplarda istatistik olacağım. Derslerde şöyle anlatılacak, ‘iki ordu falanca yerde çarpıştı, falanca kazandı’. Bunları çocuklarıma ben anlatamadıktan sonra ne kadar anlamsız! Belki filmimi çekerler. Peki ya hangi birimiz başrolü oynayacak? On binlerceyiz. İsimsiz on binlerce suret. Satranç tahtasında şah olmayı dilerdim. Eğer şah olsaydım bu savaşı derhal durdururdum. Evime gider karımla birlikte olurdum. Kahrolsun, neler düşünüyorum ben? Artık saniyeler kaldı. Tüfeğimin emniyeti açık mı acaba?

Eğer daha uzun yaşayabilseydim yazar olmak isterdim. Kuş tüyünü mürekkebe batırmak ve kelimelerle resim yapmak. Dünyanın portresini harflere dökmek. ‘Mürekkebin kuruduğu yerde kan akmaya başlar’ demişler. Bu çorak arazide mürekkep çoktan kurumuş. Herkes kan istiyor. Biz de az sonra gözü dönmüş tanrılara istediklerini vereceğiz. Bir Roma gladyatörü gibi görsel şölen sunacağız. Zeus bizim onurumuza şimşekler çaktıracak. Kanlarımız yağmura bulanıp toprağı besleyecek. Kim bilir, belki yüz sene sonra çocuklar burada, devasa ağaçların altında koşturacak. Savaşlar bitecek. Vakit gelecek, aşk tanrısı Eros’un mesaisi başlayacak. Ben göremeyeceğim. Kaderim böyle yazılmış. Kimisi küllerinden doğar, kimisi ise kül olarak doğar, kül olarak kalır. Ben Eyyafyallayöküll dağından fışkıran bir avuç külüm. Evet, yazar olabilseydim kitabıma kesinlikle böyle yazardım.


Hayatımı gözden geçiriyorum. Film şeridi gibi değil, takvim yaprakları gibi.

Yaşadığım şu kısa süreçte hep gönül insanı oldum ben. Tam yirmi beş sene, her çeşit duyguyu benliğimi teslim edercesine yaşadım. Tezcanlı ama ürkektim. Zor zamanlarda kafasını toprağa gömen bir devekuşuydum. Kırılgandım. Kırılgan olmak ne demektir, bilir misiniz? Engelli maratonda güçlüler birinci olurken, arkalarda kalıp tökezlemektir. Kırılgan olmak, gururun ve onurun hariç, her şeyi kaybedebilme riskine sahip olmaktır. Gururlu ve onurluyum. Ama ölesiye korkuyorum. Kırılgan olduğumu düşmanlara hissettirmemeliyim. Zira düşman boğazına takılamayacak kadar kolay lokmayım. Çocukken kavga bile etmedim ben. Uzlaşı dururken kavgaya ne hacet. Şimdi ise ne idüğü belirsiz bir savaşın içinde, hatta tam merkezindeyim. Ölümün pis kokan nefesini tüm gözeneklerimde hissediyorum.

savaş ne zaman biter

Nasıl olsa birazdan öleceğim. Size açık sözlerle konuşayım. Bu savaş kainata hiçbir şey kazandırmayacak; tam aksine.

Dünya üzerindeki en zengin ülke insan ruhudur ve birazdan buradan on binlerce ruh göçüp gidecek. Her savaş ilim ışığını biraz daha söndürecek. Toprak kızıla boyanacak. İnsanlara anlaşmaları için beyin veren tanrı her seferinde daha çok utanacak. Ben az sonra öleceğim. Yanımdaki sarışın asker de ölecek. Başımı arkaya çevirip bakıyorum da, en çok ben korkuyorum galiba. Askerlerin suratları ifadesiz. Jest ve mimikleri yok. Bedenleri gibi ruhları da kamufle olmuş. Hepsi azimli ve korkusuz. Doğal olan ben miyim, yoksa onlar mı?

İşte şimdi başlıyoruz. Hayatımın final sahnesi perdede.

Nişan almalıyım. Ateş etmeliyim. Tüfek ne kadar ağırlaştı bir anda. Yoksa ben mi güçten kesildim? Tanrım neler oluyor bana? Yoksa vuruldum mu? Vurulduysam neden bir şey hissetmiyorum? Acaba ölümün tatlı bir vaka olma ihtimali var mı? Ölüm mayhoş bir uyku mudur yoksa? Can bedenden tek celsede boşanırken haz duyabilir mi insan? Hiç sanmıyorum. Silah sesleri çoğaldı bir anda. Çığlıklar, figanlar, çekiç örs ve üzengilerde asla düzelmeyecek tahribat. Yanardağ misali patlayan insan bedenleri… Hayır, bunlar hayırlı bir olaya vesile olamaz. Savaşın insanlara hayır getireceğini düşünmek bile ürkütücü. Hele benim gibi bu savaşın içindeyseniz.

Galiba vuruldum. Tam olarak neremden bilmiyorum, fakat elim koyu renk kana bulandı. Tüfeğimi ise çoktan düşürdüm. Şaşırtıcı şekilde soğukkanlıyım. Bir dostum bana ‘Generaller acemi askerleri ön saflara koyar, arkadakilere zaman kazandırsınlar diye’ demişti. Ben zaman bile kazandıramadım. Umurumda değil. Artık ölüyorum. Şu an bir veda mektubu yazabilmek isterdim. Dünyaya savaşmanın ne kadar korkunç olduğunu kalemim döndüğünce anlatmak… Babasız büyüyecek çocukları anlatmak isterdim. Tanrının insana yetecek tüm kaynakları yarattığını, fakat insanın bunları paylaşamayacak kadar ahmak olduğunu…


Petrol fetişistliğinden bahsetmek isterdim. Ya da Ortadoğu’daki iç savaşlardan. Geçmişte yapılmış ve gelecekte yapılacak bütün savaşları anlatmak isterdim. Tüm çıplaklığıyla. Fakat zamanım kalmadı. Ölüyorum işte. Bir istatistik olmak kaydıyla bu dünyadan göçüyorum. Ellerim ayaklarım uyuşuyor. Mermiler üzerimde karasinekler gibi uçuşuyor. Ben satranç tahtasında piyon oldum. Oysa hep şah olmak istedim. Savaşları durdurabilmek için.

Korkuyorum Anne


İsmail Pişer
İzmir’de doğdum, Denizli ve Eskişehir’de büyüdüm, Mersin ve Ankara’da okudum, Konya’da ve birçok şehirde yıllarımı geçirdim. Belki biraz göçebe ruhlu olduğumdan, kendimi hiçbir vilayete ait hissetmedim. Hepinizin aşina olduğu o boşluk duygusu, bana yazma tutkusu olarak sirayet etti. Bolca öykü ve deneme yazdım. Yazmak para kazandırmıyor çoğu zaman ama akıl sağlığı için gerçekten hayati olabiliyor.