Orwell’in 1984 distopyasına karşı Gezi Parkı ütopyası

George Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanının kahramanı Winston, günlüğüne: ‘Eğer bir umut varsa, proleterlerdedir’ diye yazar. Bu cümlenin oluşturabileceği tehlikenin büyüklüğünü kahraman her anında hisseder, buharlaştırılması ve yok edilmesi kaçınılmaz bir sondur!

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

George Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanının kahramanı Winston, günlüğüne: ‘Eğer bir umut varsa, proleterlerdedir’ diye yazar. Bu cümlenin oluşturabileceği tehlikenin büyüklüğünü kahraman her anında hisseder, buharlaştırılması ve yok edilmesi kaçınılmaz bir sondur! Şimdi aynı tehlikeyi göze alarak ve kahraman olmayı değil, sadece nefes alma umudu ile ben şu cümleyi defterime yazıyorum: ‘Eğer bir umut varsa Gezicilerdedir!’ Tarih, iki bin on dört yılını gösterse bile bunun bir yanılsama olduğunu biliyorum. Bin dokuz yüz seksen dört’ e tarihin sonu dediler ve yıllar geçip giderken, tarihin aynı kaldığına ikna edilmiş kitlelerin tümü bir yalanın düşünü yaşadı, ta ki, ‘ Gezi Parkı’ şiddetle sarsana kadar.

Daha iyi bir toplum ve düzenin yaratılması için verilen çabaların tanımıdır: ‘Ütopya!’ Yarınlarda yaşanabilecek, gerçekleşmesinin olası olduğu ideal yaşam tarzını ya da dünyayı bu kavramın içine sığdıran bir düş! Ütopya, köken olarak Yunanca ‘Yok- Olmayan’ anlamında ‘Ou’ ve ‘Yer, toprak, ülke’ anlamındaki ‘Topos’ sözcüklerinden türemiştir. İngiliz entelektüel Thomas More’ ın 1516 yılında yazdığı ‘Ütopya’ romanı, bu kavramın ve hayalin insanlar arasında yaygınlaşmasına neden olmuştur.


Dünyaya, yaşama, olaylara kötümser bir bakış açısı ile bakan kara gerçekliği adıysa ‘Distopya’ dır. Tamamen ‘ütopya’ nın karşıtlığını oluşturarak masum rüyaları, çiçek dolu bahçeleri, gün ışığını yadsıyarak; kabusların, bataklıkların, karanlıkların kapısını sonuna kadar açan bir kavram!

George Orwell ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanında eşitlik, özgürlük, dayanışma değerlerini; insanların ortak geleceklerini belirlemek için verilen mücadeleyi ve özgüven duygusunu ortadan kaldırarak; okuyucuya umut değil, karamsarlık duyumsatan distopyanın söylemini hem ruha, hem akla empoze etmiştir. Özgürlük, eşitlik ve aşk için savaşımın, sömürücü sistemin yöneticilerinden daha kötü ve baskıcı sonuçlar doğuracağının temasını işleyerek ‘Distopya’ nın karanlık ve değişmez gerçekliğini göstermiştir.

İki bin on dört tarihinde, distopyanın bataklığından kurtulmak için verilen mücadelelerin sonucunda ütopyaya varmak olası olacak mıdır? Orwell’ in vurguladığı gibi: ‘Kendi dışımızda bir yerde ‘bir gerçek dünya’ olduğu ve orada ‘gerçek olayların’ yaşandığını’ varsayabilecek miyiz? Yaşadıklarımızın, sadece düşlerimizden ibaret olduğu gerçekliğinin bilincine varabilecek miyiz? Buharlaşmak, gerçekliğe açılan kapıların eşiği mi?

Distopyanın karanlığına, ütopyanın aydınlığını getirebilecek tek slogan, kitabın kahramanı Winston’ un dediği olacak sanıyorum: ‘Sevişmek, siyasal bir eylemdir!

Körler gibi, alacakaranlıkta yakalamıştık elimizden almak istedikleri ağaçların gövdesini.Senin, benim, çocukların ve tüm kentin yabancılaşmasına izin veremezdik! Uyuyanların saatinde ‘Gezi Parkı’ nın ağaçları ile özdeşleşmiştik; sevgili, tenlerimizin sıcaklığı gibi ısıtıyordu yüreğimizi, ruhumuzdan bağlandığımız ağaç!

İkimiz nasıl amaçsızlığın ve mekanik olmanın dışına çıkan bir ilişki yaşıyorsak; kendimize, itiraf etmenin bile güç olduğu bir sırrı seviyorduk: Aşk! İlk buluşmalarımızdan sonra, birbirimize ait olduğumuzu söyleyerek, yatıştırdığımızı sandığımız arzularımızı asla doyuramadık! Aşeren gebe kadınların açlığıydı: Aşk! Öpüşlerimizde buluyorduk tek gerçeğimizi ve gizlerimizi keşfeden dillerimiz, etimizin her noktasına can veriyordu. Saçlarını göğsümde, kasıklarımda hissetmek ve uçlarından damlayan yağmur sularını içmek salt bir gerçeği yaşamaktı. Salyalarımızın istilasıydı gerçeklik; parmaklarımız, dudaklarımız, nefesimiz ve senin uzun kirpiklerinde bitmez seviydi.

Ağacı kesmek, aşka vedaydı!

Ağaç ile bütünleşmemizin boyutunu ancak ikimiz ve bize benzeyenler, yani doğanın evlatları anlayıp, kavrayabilirdi.; kepçe operatörü için koparılması gereken dallardık sadece! Anlamı kendi aramızda yaşıyorduk: Sen- ben- ağaç- toprak!

Sonra yağmur olup yağdı tüm dostlar. Sen kollarımın arasındayken, ben çıplak etinin karanlıklarında gizlenirdim ya, şimdi seviye tanıklık ediyordu dallar ve yapraklar. İlk sabahımızda uyandığımız gibi sonsuza kadar ellerimiz sevişecekti, değişmeyecek olan gerçeklik buydu.

Ezen, baskıcı bir sosyal kontrol mekanizması üzerinde şekillendirilen ‘Distopya’ kurgusunun zirveye ulaştığı iki bin on dört yılının her anında yalanı duyumsayıp, tanıklık edebiliyoruz! Büyük Birader’ in gerçeğinin yaşatılabilmesi için, imgelerin ve rüyaların ele geçirilmesi bitmek üzere! Alternatif düşünce yapısının köreltilip, insanların eylem güçlerini ellerinden almanın tek yolu susan ve biat eden ideal toplumu oluşturmaktır sadece. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanında bahsi geçen ‘ Yenikonuş’ dilinin insanlara benimsetilmesi ile cümlelerin anlamsızlaştırıldığı, kelimelerin içinin boşaltıldığı, yani iletişimsizliğin geçerli olduğu bir düzende insanlara, gerçek diye, yalanları dayatmak daha kolay olacaktır. Dil yoksa, düşünce yoktur!


2013 Haziran’ ında ‘Yenikonuş’ dili egemenlerin kendi silahı ile vurulmasıydı. Kısaltılmış kelimelerin isyanın şifreleri olduğu, sessiz harflerin büyük anlamlara kavuştuğu, kripto uzmanlarının deşifre etmekte zorlandığı, devrimin dili oldu ‘Yenikonuş!’ Susturmanın en kolay yolu da şiddet oldu. Ama, iletişimin koparılması mümkün olmadığından, bilgi çağını karanlığa gömebilmek için, internetin imhası için topyekun savaş kararı aldılar sonra.

Yerelliğin dar sokaklarından çıkamayanlar, evrenselliğin sonsuzluğunda barışı idrak edebilecek güce sahip değildirler.

Yıllardır, dürüst olmayan bir yalanı yaşamak zorunda olan toplumda ne zordur aşkı yaşamak! Dürüst yalan: Ruhumuzun oksijen alma isteği ile görmezden geldiğimiz olumsuzluklardı ve hatanın başlangıcı da bu nokta olmuştu. Radyo istasyonlarının yayımladığı aşk şarkılarının, basit nakaratları gibi akılda kalmasını istemiştik aşkın. Dürüst yalan ‘Bir’ olma çabalarımız için, tabulara saygı göstermek oyunuydu!Romantik aldanışlarımızın sonu muydu, altında öpüştüğümüz ağaçların kıyımı? Sevişerek, bir gülüşün bölüşme çabalarının savaşımını verdiğimizi sanırken, kendi küçük dünyalarımızda mutluluk oyunu oynuyorduk. Maço bir kültürün çocukları, aşkı orgazm sayısı ile ölçüyorlardı çoktandır ve ilk devrim buna karşı olmalıydı: Çocuk tecavüzleri, üç çocuk dayatması, kürtaj yasağı, kadın cinayetleri, biat, korku…Sevi yok!

Winston Smith’ in, Julia ile seviştikten sonra, ona söylediklerini, sana söyleyebilme cesaretini bir gün bulacağım:
‘Dinle. Ne kadar çok erkekle yatmışsan, seni o kadar çok seviyorum anlıyor musun?’
‘Evet, hem de çok iyi.’

‘Saflıktan nefret ediyorum, iyilikten nefret ediyorum. Erdem denen şeyin hiçbir yerde olmasını istemiyorum. Herkesin iliklerine dek ahlaksızlaşmasını istiyorum.’

‘…Yalnızca birine duyulan aşk değil, bu hayvansal içgüdü, bu dokunulmamış, sınırlandırılmamış tutku; sistemi parçalayabilecek güç buydu… Artık saf aşk ya da tutku söz konusu değildi. Hiçbir duygu saf olamıyordu. Çünkü her şeye korku ve nefret sinmişti.’

Doğum kontrol haplarımız, prezarvatiflerimiz ve kürtaj hakkımız, sisteme karşı durabildiğimiz kutsallarımızdı sevgili!

Wilhelm Reıch ‘Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’ isimli kitabında, ‘ Irkçı öğretinin, bedensel boşalma güçsüzlüğü çeken kadın veya erkeğin kişiliğinde dışa vuran biyolojik bir hastalık.’ olduğunun tespitini yapar ve ‘ Faşist’ anlayışın ezilmiş, yetkiye susamış, her an başkaldırmaya hazır ‘ basit aklın’ ideolojisi olduğunu söyler. Sonuçta Faşizmin, siyasal oyunlarla yok edilemeyeceğini; ancak emeğin, sevginin ve bilginin tüm halkların birleşebileceği bir düzlemde, doğal örgütlenmesi ile yenileceği bilinmelidir.

Mahalle baskısı ile zorla benimsetilen, ahlaksal düzenlemeler ile isyan etmeyen kitlelerin, nevrotik kişilik özelliğine bürünerek, toplumsal alanda yıkıcı eylemlere kalkışması yalanı ile ‘ Gezi Parkı İsyanı’ açıklanamaz! Bu tespit ancak, kitlelerin yetke ile özdeş duruma gelmesinin sonucunda biat etmesini açıklayabilir!

Sevişmelerimiz, ‘Devlete Karşı Görevimiz’ algısıyla üç çocuk yapmak mı? Kutsallık maskesinin arkasında yıkılması gereken tabulara dokunulmadan, meydanların, sanat eserlerinin yok edilmesi iki bin on dört tarihinin yeni ‘ Vandallar’ ı olmayı kabule zorlanmamız, hayallerimizin teslim alınmasından başka bir şey değil mi? Kent ormanlarının kanlı sunaklarda ‘ Rant Tanrısı’ na kurban edilmesi; düne kadar düşman bildiğimiz dost ülkeler ile hiç barışık olmadığımız, aksine tarih boyunca savaş halinde olduğumuz yalanı ‘ Distopya’ nın mutluluk formülünden başka ne olabilir?. Düşünme- itaat et!

‘Sevgi Bakanlığı’ nın karanlık dehlizlerinde Goldstein, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan gibi çocukların korkularını yenmesinden ve düzene teslim olmamasından dolayı öldürüldüklerini söyler:‘ Şunu asla unutma; her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır. Parti’ nin düşmanı olan çılgın biri olacak ve o hep aşağılanacak, defalarca yenilecektir. Casusluklar, ihbarlar, tutuklanmalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar asla son bulmayacak. Parti güçlendikçe acımasızlaşacak; muhalefet zayıfladıkça, despotluk güçlenecek.’


‘Gezi Parkı’nda bir yıl sonra sana bir kere daha söylüyorum sevgili, yenilmedik! Seni, kendimi, kentimin meydanlarını ve ormanlarını, denizini çok seviyorum! Korku bizleri değil, korkunun imparatorluğunu kurmaya çalışanları teslim aldı! Savaşın Barış; Özgürlüğün Kölelik ve Bilgisizliğin Kuvvet olduğu absürd bir yalan…

Gezi Parkı olayları: Gün gün neler yaşandı?