Can Babaya saygım sonsuz ama, gerçek hayatta yalnızlık kontes değil, hayat kadınıdır. Depoda kalan defolu ürünler gibi, yalnız insanların hoş görülmeyen kusurları vardır.
Yazarlar yalnızlıktan beslenen canlılardır. Ancak tek çeşit gıdayla beslenen hiçbir bünye metanetini koruyamaz.
Kasvetli Ankara’nın soğuk bir sabahı, ruhum karaya oturmak üzereydi. Yapayalnız hissediyordum. Bu uysal şehir, -bir vücudun parazite gösterdiği gibi- direnç gösteriyordu bana. Akrabam yoktu, yakın arkadaşım yoktu, parıltılı düşüncelerimi kırmızı hediye kutusunda takdim edebileceğim bir kadın yoktu. Dua ayinlerim esnasında, ben de şeytanla işbirliği yaptım.
Yazarlar yalnızlıktan beslenen canlılardır. Ancak tek çeşit gıdayla beslenen hiçbir bünye metanetini koruyamaz. Ruhunun tek minerali yalnızlık olanlar, topluma karşı tahassür ve tiksintiyle karışık bir duygu hissederler. Dublinli yazar Jonathan Swift’in mezar taşında şöyle yazar: ‘Burada, vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor’. Öyle ki Swift ömrünün son üç yılını akıl hastanesinde geçirmiştir. İrlanda’dan İngiltere’ye geçerseniz eğer, Shakespeare’in ibretlik mezar taşını görürsünüz: ‘Her kim ki kemiklerimi yerinden oynatırsa, Tanrı onu lanetlesin.’ İnsanlık tarihinin iki büyük yazarı, her biri şaheser olan eserlerinin yanında, -belki eserlerinden bile manidar olan- sitemlerini de miras bırakmışlardır.
Çocukluğumdan beri Swift ve Shakespeare gibi yazarlara hayranlık hissettim. Yıllarca zirvedeki yalnızlığa methiyeler düzdüm, içimdeki yazar olma tutkusunu perçinledikçe toplumdan uzaklaştım. Arkadaşlar avucunuza aldığınız kum misali hassastır; siz ellerinizi oynattıkça parmaklarınızın arasından akıp giderler. Ben güruhtan sıyrılıp zirveye tırmanabilmek için -Doktor Faustus gibi- ruhumu şeytana sattım. Bu antlaşmadan öyle yüce feyiz aldım ki, avucumdaki çakıl taşlarını dahi düşürdüğümü göremedim.
Yalnızlığım tercih olmaktan çıkalı epey oldu. Ve ne yazık ki şeytanla yapılan sözleşmenin tek taraflı feshi mümkün değildi.
Bu kötümser duygular ruhuma iltica ederken, telefonun haykırışıyla yatağımdan sıçradım. Prensiplerim doğrultusunda günün ilk telefonuna cevap vermem, fakat acilen insan tınısına ihtiyacım vardı. Arayan kitaplarımı basan yayınevinin aşüfte sekreteri:
– Çağdaş Bey günaydın. Sakıncalı zamanda aramadım umarım. Nasılsınız?
– Gayet iyiyim, sabah sporundan geldim, duşa gireceğim. (Gözümdeki çapaklarla yataktan yeni kalkmıştım ve göbeğim vardı.) Siz nasılsınız?
– Harika, ben de iyiyim. Size bir müjdem var. 19 Ağustos günü Congresium fuar merkezinde okurlarınızla buluşacaksınız. Kitabınız Türk halkının gündemine oturacak, eminim.
Bu kadın düpedüz dalga geçiyordu benimle. Ve bunu kadınlara özgü incelikte yaptığından tepki gösteremiyordum. Yayınevine tek kuruş kar ettiremediğim için benden intikam alıyorlardı. Kadın içten içe bana gülüyordu. Nasıl gülmeyecekti ki? İlk kitabım ikinci baskıyı bile göremedi. Hiçbir kanaat önderi kitabımı halka tavsiye etmedi. Yıllarca ruhumun bodrum katından çıkartıp cilaladığım fikirler, bir karikatür standı kadar alaka görmedi.
– Çağdaş Bey orada mısınız?
– Evet Seda Hanım, duydum sizi.
– Heyecandan saatini bile sormadınız. (Gülüyor). Fuar öğlen 11’den akşamüstü 5’e kadar sürecek. Vakit geldiğinde, yetkili arkadaşlarım sizi yönlendirecek. Yoğun bir gün sizi bekliyor, şimdiden bilek egzersizlerine başlayın. (Kahkaha atıyor.)
– Teşekkür ederim gerekeni yapmışsınız.
– Rica ederim. Başka bir isteğiniz var mı?
İsteğim yok ama şahsına soramadığım suallerim var Seda. Mesela bu denli ustaca rol kesmeyi nereden öğrendin? Böyle gönül okşayıcı yalanlar söyleyebilmen cinsel hayatına katkı sağlıyor mu? Ve son, belki de en mühim sorum: Madem kitabımın patlayacağına inanıyordunuz, niçin yeni yetme yazarlara yaptığınız gibi, tüm baskı masraflarını bana ödettiniz?
– Şimdilik bir isteğim yok, iyi günler Seda Hanım.
Telefonu öfkeyle yatağa fırlattım ve kaskatı kesilen dilimi ıslatmak için mutfağa seğirttim. Mutfağımda dev bir Bukowski posteri asılıydı. Onun buruşmuş suratına bakıp yalnızlığımı düşünmeye başladım.
Yalnızlık… Ne havalı kavram, değil mi?
Yıllar boyunca edip ve şairler yalnızlığı içten içe kutsallaştırdı. Öyle hoş betimliyorlardı ki; sokakları tek başına arşınlamak, sinemaya yalnız gitmek, dünyayı yalnız dolaşmak, bir ömrü kitaplarla geçirmek, tüm kalıcı ilişkilerden arınmak istiyordunuz. Ancak tek başınıza kapıdan çıktığınız anda, küçümseyici bakışlar size yöneliveriyordu.
Mesela ‘Yalnızlığım benim sidikli kontesim’ diyordu Can Yücel. Bu cümleden şu mana çıkıyordu: Yalnızlığa sarılıp uyuyamazsınız, onun sidik kokusunu içinize çekemezsiniz. Fakat her ne olursa olsun, o bir kontestir ve bir kontes daima itibar görmeyi hak eder.
Can Babaya saygım sonsuz ama, gerçek hayatta yalnızlık kontes değil, hayat kadınıdır. Depoda kalan defolu ürünler gibi, yalnız insanların hoş görülmeyen kusurları vardır. Şair ve edipler bunu itiraf edemez, çünkü ederlerse toplumdan farkları kalmayacağını bilirler.
Mutfağımdaki posterden bana surat asan Bukowski, bir demecinde şunları söylemişti:
‘Hey, bu gece ne yapacaksın? Orada öylece oturacak mısın?’. Evet, öyle. Çünkü dışarıda bir şey yok. Aptallık bu. Aptal insanlar, aptal insanlara karışıyor. Kendilerini aptallaştırmalarına izin veriyorlar. Gecelere akma ihtiyacını hiç hissetmedim. Barlarda saklandım, çünkü fabrikalarda saklanmak istemedim. Hepsi bu. Milyonlardan özür dilerim ama ben asla yalnızlık çekmedim. Kendimi seviyorum. Çünkü ben, kendi kendimi eğlendirmenin en iyi yoluyum.’
Bukowski’yi büyük yapan, yalnızlığını sürekli yüceltmesiydi. O, insanlara küfrettikçe, insanlar onu daha çok sevdi. Birçokları Bukowski’nin satırlarını halen hayranlıkla okuyor. Ancak onun sokakta hiçbirimizi umursamayarak tek başına dolaştığını görseydik, hep birlikte lanetleyecektik. Çünkü inanın bana, gerçek hayatta yalnızları kimse sevmez.
– Bu kadehi (suyu) senin şerefine içiyorum ihtiyar!
Tüm bu düşüncelerden sıyrılıp mutfaktan çıktım, özensiz şekilde giysilerimi değiştirdim. Biraz temiz hava almak için evi terk ettim. Ankara bu sabah güneşe hasretti, benim insana olduğum gibi.