Anladın mı diye sorar karşıdaki. Anladım deriz belki biraz düşünüp. Elbet ki bir şeyler anladık; ama anladığımız şeyin karşımızdakinin anlatmak istediğiyle aynı şey olduğu ne malum?
Üç engele takıyoruz anlamakta. Birincisi, bir kelimenin tanımının her kişide farklı olması.
Örneğin Aşk. Bırak kişiden kişiye farklılaşmasını, insanın kendi hayatı boyunca her tecrübe edişinde biraz daha farklı değil midir bu kelimenin anlamı? Veya Din. Kimi için yalnızca yasaklar ve korku dolu, tarihin en büyük yalanı; kimi için sevgi dolu, ilerletici, akla hitap eden bir öğreti. Ya da çok daha tartışmasız bir kelime: Mavi. Gök mavi, deniz mavi, bebek mavisi, göz mavisi…
Kelimeler böylesine farklı anlamları kapsıyorsa, kendi tanımımızın ‘asıl’ tanım olduğuna nasıl inanabiliriz ki? Bu, kelimelerin yapay birer araç olduğunu unuttuğumuzu gösterir. Yani bir kelimeyi ilk defa duyduğumuz bir gün olduğunu unutmuşuzdur. Ve o kelimeyle ilintilenen tecrübelerin ve kavramların, herkes için aynı olduğunu sanmışız demektir. Bundandır ki, en az Mavi’nin koyuluğunu reddetmek kadar sakat tartışmalara girişmişizdir. Sonu gelmeyen tartışmalarda fikrimizin doğruluğunu diretmiş, karşımızdakinin nasıl hala mavi’nin aslında açık bir renk olduğunu anlayamadığına şaşmışızdır.
İşin aslıysa bir kelimenin ifade ettiği kavramın yalnız küçük bir kısmını biliyoruz. 3 boyutlu bir objenin, yalnız kendi bakış açımızdan gördüğümüz 2 boyutlu resmi gibi yani. Eğer kelimelerin tuzağına düşmezsek, kısır tartışmaları dönüştürebiliriz: Bunun yerine bir fikir tartışmasını, o eşyayı daha kapsamlı bir kavrayış için bir fırsata çevirebiliriz. Bu gibi bir tartışmada gitgide daha büyük bir anlaşmazlığın ortasına doğru ilerliyorken, bu dönüşüm için tek gereken bir aşama geri gelmek; Fikirlerin üzerine kurulu olduğu kelimelerin bizim için ne ifade ettiğini paylaşmak. Bunu yaptığımızda çoğu zaman, anlaşmazlığın sebebini ortaya çıkarmış oluruz. Ve anlayışı da ilerletmiş.
Anlaşmamıza engel ikinci bir nedense, anladığımızı sanmamız.
Görür görmez, duyar duymaz, anladığımızı düşünüyoruz. İlk anladığımız şey, bu kelimelerin ya da sahnenin ifade edebileceği onca şeyden yalnızca biri.
Ben sokakta yukarılara bakarak gezinirken, karşıdan gelen biri şöyle düşünebilir; Herhalde bu şehre yeni geldi, incelemek için binalara bakıyor. Veya gideceğim yeri aradığım sanılabilir. Ya da dalgın veya hayalperest olduğuma yorulabilir. Hepsi mümkün cevaplardır, davranışı karşılıyordur. Oysa ben kiralık ilanı bakıyorumdur.
Karşılaştığımız bir davranışı, kendimizin onu yapma nedeni ne olabilir diye düşünerek değerlendiriyoruz. Unuttuğumuz şeyse, karşıdaki kişinin bizimle illa aynı yaşayış biçimine, inanca, deneyime sahip olmadığı. Dolayısıyla yaptığı şey her neyse, bunu yapmaktaki nedenini biz ancak tahayyül edebiliriz, bilemeyiz.
Hemen yapıştırdığımız yargınınsa tehlikeli yanı daha farklı bir anlam aramamızı engellemesi. Fazla derinliğine düşünmeden itiverdiğimiz fikirler bu kaybın bir örneği. “Anı yaşa” cümlesi buna mükemmel bir örnek. Popüler bir içecek markasının reklamlarında kullandığı haliyle çok yüzeysel algılıyoruz bu cümleyi. Ama “An’ı YAŞA” aynı zamanda kadim Uzakdoğu inanışlarında olduğu gibi bambaşka bir boyutta, çok farklı bir anlama sahip. Yanlış anlaşılmalarla kendini daima kanıtlayan bu ‘anladığımızı sanma’ ilkesi, basit karışıklıklardan çok daha can alıcı bir öneme sahip. Çünkü, nadiren yeniden sorgulandığından, fikirlerin önünde kalıcı bir engel. Bu noktada anlamıyor olmamız da 3. büyük engelle de bağlantılı.
Son olarak yüzleşme korkumuz bizi anlamaktan alıkoyuyor.
Aklımızda yanlış olabileceğimize dair en ufak şüphe olduğunda, bildiğimizi düşündüğümüz şeyi istesek de soramıyoruz. Bunca zaman, asla hata yapmamak için tembihlendiğimizden, birinin hatalı olduğumuzu düşünmesi fikrine dayanamıyoruz herhalde. Bu acı eğitimin doğal sonucu olarak ayıplanmaktan, küçük görülmekten korkuyoruz. Böylece tahmin edilemez kadar çok olasılık varken, ilk bulduğumuza dört elle sarılıp, yanlış olabileceğimizi öğrenme cesaretini bile göstermiyoruz. Bu durum iletişimi büsbütün saf dışı bırakıyor. Önyargılar ve yanlış anlaşmalar cehenneminin içine itiyor. Oysa iletişim kuracağımız insan, elbet ki yine benzer hatalara düşen, doğru cevabı muhtemelen ilk seferinde tutturamayan yine bir insan. Ve asıl bu temel yüzleşmeyi gerçekleştirdiğimizde anlaşılacağız ve anlayacağız.
İletişimin önündeki bu engelleri birer adımda aşmak mümkün. Bunu aştığımızda, her insanın kendi bakış açısının ne kadar kendi içinde tutarlı, ve en az kendimizin ki kadar geçerli olduğunu fark edeceğiz. Ve şu ha bire öğütlenen ‘dinlemeyi bilme’nin ne demek olduğunu.