“Evet, günümüz insanı elde edilen teknolojik gelişmeler, gerçekleştirilen sanayi devrimleri, yapılan uzay yolculukları, sağlanan konforlu hayat tarzları ile tüketmenin, sömürmenin, bozmanın ve sürekli daha çok kazanmanın peşinde kendi yok oluşuna doğru ilerliyor.”
“Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
(Yahya Kemal Beyatlı)
Kendi kendini bilmek
“Padişahın biri, oğlunu esrarengiz ilimlerle meşgul bir topluluğa verir. Amacı onun astroloji, reml gibi bilgileri öğrenip, gaipten haber verme, geleceği tahmin etme gibi sahalarda yetişmesini sağlamaktır. Çocuk son derece aptal yaradılışlı olmasına rağmen, becerikli hocaları onu çok iyi yetiştirirler ve gerekli bilgileri fazlasıyla öğretirler. Sonunda çocuk, o sahada tamamen üstat olarak babasının yanına döner. Bir gün padişah oğlunu imtihan etmek ister ve avucunun içine bir yüzük saklar:
-Söyle bakalım, avucumda ne vardır? diye sorar. Çocuk düşünür, öğrendiklerinin yardımıyla konuşur:
-Avucundaki yuvarlak, ortası delik, sarı bir şeydir! der. Padişah sevinir.
-Özelliklerini doğru bildin, şimdi de ne olduğunu söyle, deyince çocuk:
-Avucundaki kalbur olması lazımdır! der. Padişah çok üzülür ve şöyle söylemekten kendini alamaz:
-Aklı hayretler içinde bırakan bu kadar özelliği, bilgi ve tahsilin sayesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığamayacağını nasıl akıl edemedin a evladım?
Mevlana şöyle ilave eder: Bunun gibi zamanımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pekiyi biliyorlar. Fakat önemli olanı ve kendilerine her şeyden yakın bulunanı, yani kendi kendilerini bilmiyorlar.” [1]
Bugünlerde ahlaki değerlerimizde büyük bir keşmekeşe, içimizden arzuladıklarımızla uygulamada yaptığımız davranışlar arasında geniş çaplı bir bozulma ve uyumsuzluğa şahit olmaktayız. Çağımızın bize dayatmış olduğu çarpık ahlak anlayışı tarafından etrafımız kuşatılmış durumda. Bu kuşatılmışlığın neticesinde manevi bir çöküntü içinde kendini bulan insan yaradılışından, benliğinden, özünden giderek uzaklaşıyor. Bu uzaklaşmayla birlikte insanlar kendilerine yabancı bireyler haline geliyorlar. Mevlâna da bu güzel hikâyede kendi kendilerini bilmeyenler ifadesiyle, varoluşuyla mücadele halinde olan günümüz insanını işaret ediyor adeta.
Evet, günümüz insanı elde edilen teknolojik gelişmeler, gerçekleştirilen sanayi devrimleri, yapılan uzay yolculukları, sağlanan konforlu hayat tarzları ile tüketmenin, sömürmenin, bozmanın ve sürekli daha çok kazanmanın peşinde kendi yok oluşuna doğru ilerliyor. Bu ilerleyişin önüne bir set çekmek, ferdin kendini tanıması ve bilmesi ile mümkün olabilir. Kişinin kendini tanıması ve bilmesi diye formüle ettiğimiz kavram aslında bu kaostan çıkış için muhtaç olunan reçetenin de adı; Tasavvuf. Tasavvuf için birçok farklı ve sayfalar dolusu tanımlamalar yapılabilir elbette ama en kısa ve yalın haliyle tasavvuf; kişinin kendini bilmesi ve tanıması ve bu yolla Hakk’a ulaşmasıdır.
Tasavvuf kapısı
“Tasavvufun başından beri dile getirdiği din üzerinde tartışma yapmak yerine dini yaşamak ve ihlas ve tevhit üzerinde yoğunlaşmak ilkesi, onu bir bilim adamı zümresine, ya da özel bir yeteneğe dayandıran değil farklı meslek gruplarından ve sosyal sınıflardan gelen geniş bir kitlenin katılabildiği yaygın pratik bir uygulama haline getirir. Bu anlamıyla tasavvuf ticaret yapan insanlar kadar çobanların, okuryazar olmayan bir ümminin, bir hamalın, herhangi bir meslek erbabının katıldığı bir disiplinidir.” [2]
Tasavvuf herkes için kapısı açık olan bir düşünce ve inanış halidir. Yani her isteyen tasavvufun engin ikliminde kendini arama yolculuğuna çıkabilir. Ancak bu yolculuğun akıbeti kişinin içinde bulunduğu durumun vahameti, huzuru bulma uğrundaki azmi, sınırlarını zorlama mücadelesindeki kararlılığı gibi çeşitli etkenlere bağlıdır.
Modern hayatın bizden istediği, verilen günü anlamsızca yaşa ve ertesi güne geç prensibini hayatımıza tatbik etmemizdir. Bu anlamsız günlerimizi yaşarken önümüze para, mevki ve şöhret gibi hedefler konulur. Bu uğurda maddi manevi tüm birikimimizi harcamamız istenir. Bu kısır döngü içindeki insan sürekli çalış-kazan-harca-sahip ol sarmalında döner durur. Her sahip olduğumuz bizi daha çok ağırlaştırır ve dibe doğru çeker. Dövüş Kulübü[3] filmindeki Tyler Durden karakterinin ifadesiyle “Sahip olduklarımız sonunda bize sahip olur”. Bu döngünün içinde köleleştirildiğimizin bile farkında olmayız. Tutsak yaşamlarımızı sürekli bu işleyişe boyun eğerek yaşarız. Oysa insan insana boyun eğmemeli. Kendisinden üstün olana, onu yaratana, onu var edene boyun eğmeli sadece.
“Bir şekilde mutlak varlığa ulaşmanız gerekiyor yoksa bu dünyada ölemeden ölümün acısını sürekli içinizde taşırsınız.” [4] Bu acıyı tatmamak için mutlak varlığa ulaşmamız gerekiyor. Tasavvuf yoluyla Mutlak Varlık’a ulaşabilir ve tüm benliğimizi ona teslim edebiliriz. Tasavvuf düşüncesinde Mutlak Olan’a, Allah’a ulaşma, Vahdet-i Vücud olarak tanımlanır. Vahdet-i Vücud kişinin kendini tanıma ve bilme yoluyla Allah’la bir ve tek olma, üstün insan mertebesine ulaşma felsefesidir.
Tasavvuf ve kurtuluş
Bu mertebeye çıkmak meşakkatli bir süreçtir. Tüm dünyevi ihtiraslarımızı geride bırakıp, nefsimizin kelepçelerini kırıp savaşmamız gerekir. Bu hayatın sıradanlığının içinde boğulmamak için inançla adımlarımızı atmalı ve güçlü olmalıyız. Zira bu arınma sürecinde şeytan (nefsimiz) Faust‘a yapmaya çalıştığı gibi bizi bir zevk ve eğlence düşkünü, acınası mahlûklar haline getirmek için iş başında olacaktır. Onu başımızdan def etmek için aramamıza hiç gerek yok. Çünkü, o hep yanımızda, daha doğrusu içimizde kulağımıza zehirli sözler fısıldamakla meşguldür. Nietzsche “Karşına çıkabilecek en kötü düşman hep kendin olacaksın.” diyor Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde. O düşman hep içimizde zayıf ve güçsüz anlarımızı kollayıp, yüzeye çıkmaya çalışır. Tasavvuf bir nevi kişinin kendisiyle savaşıdır. Hayatı anlamlandırma uğraşıdır. İnsan anlamsız yaşayamaz.
Hayatı anlamsızlaşan binlerce insan modern hayatın bizleri içine aldığı metropollerde depresyonun kucağında debelenip durmaktadır. “Depresyon vakaları ağırlıklı olarak büyük şehirlerde ortaya çıkmaktadır. Metropollerde yaşayan insanların kırsal kesimdekilere göre depresif rahatsızlık yaşaması daha sık rastlanan bir durumdur. Çünkü büyük şehirlerde yaşayanların ilişkileri zayıflamış, benlik duygusu artmıştır. Birey kazandığı ile yetinmemeye başlar, daima üst gelir gruplarında gözü olur, doyum eşiğini yüksek tutar. Dolayısıyla bu insanlar kırsaldakilere oranla daha fazla problem yaşarlar.” [5]
Bu bunalım ve depresyon hallerinden kurtulmak için hayatı tasavvuf aracılığıyla anlamlı kılmalıyız. Bu anlamlandırma sadece akıl ile yürütülemez. Akıl ile birlikte gönül ve inanç birlikteliğine ihtiyacımız var. Ancak o zaman Mutlak Olan’la bir olabiliriz. “Akli denklem ile hakkı itiraf etmek mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harflerden meydana gelen dizi ile hikmetin esası bilinir mi?” [6]
“Bugün insanımız zevkinin kurbanı, iştahının zebunu, ihtirasının esiri, nefsinin tutsağıdır. Bugün bizler, iyi ve doğru bir tasavvuf terbiyesi görürsek, hem fert hem toplum olarak, hem dünyada hem de ahirette mutlu ve bahtiyar oluruz. Çünkü tasavvuf hem gerçek iman ve irfanı, hem de güzel ahlakı öğretir.” [7]
Tasavvuf ile insan içinde bulunduğu kaostan kurtulabilir, kendisiyle olan savaşına son verebilir, üstün insan vasıflarını yakalayabilir ve hikmet sahibi olabilir. “Hikmet verilene ise muhakkak ki birçok hayır verilmiş olur. Bunu ancak temiz akıllılar anlar.” Bakara (2/269)
Ömer Hayyam ve eserleri
Kuran’da Reenkarnasyon İzleri (yazı dizisi)