Her şehirde bir tane Geceleri Oraya Polis Giremiyormuş Mahallesi vardır.
Hangi baltaya sap olacağımı düşündüğüm günler, bir süre için geride kalmıştı. Kısmetime düşen baltanın Konya’da olduğunu öğrendiğimde önyargılara kapılmadım. Kısıtlı zamanda ailemle vedalaştım ve yakaladığım ilk otobüsle Konya’ya yola çıktım. Akşamdan sabaha, küçük bir çantam ve biçimsiz keçi sakalımla, medeniyetler şehrinde hazır ve nazırdım.
Otogardan bindiğim soluk taksinin şoförü, yaşlı ve dindar görünümlüydü. Biner binmez besmeleyle taksimetreyi çalıştırdı, gaza yüklendi ve ne iş yapacağımı sordu. ‘Öğretmenim’ dedim. Kısa sessizliğin ardından sakalını sıvazladı, hırıldayan ciğerleriyle iç çekti ve ‘Dinli çocuklar yetiştir’ dedi, ‘Bu memleketin dine ihtiyacı var, Siyonist İsrail’e karşı birleşmeye ihtiyacı var’. ‘Haklısın ağabey’ dedim ve yol yorgunu olduğum için konunun kapanmasını diledim. ‘Velhasılıkelam çocuklara dinimizi aşıla’ dedi. Gülümsedim; ‘Ağabey ben İngilizce öğretmeniyim. Bizim işimiz Amerikan kültürü, İngiliz kültürü. Dini konulara pek giremiyoruz’ dedim. Taksici bu defa gözlerini üzerime devirdi, hırıltılı nefesini yüzüme üfledi; ‘Aralara sıkıştırırsın sen’ dedi. Israrlı ve ciddiydi. Baya Simple Present Tense anlatırken Hadis-i Şerif sıkıştırmamı bekliyordu benden. ‘Sıkıştırırız ağabey, ayıpsın’ dedim. Yola devam ettik.
Çalışacağım üniversiteye giden yol, Mevlana Türbesi’nden geçiyordu. Taksici parmağını dışarı sallayarak: ‘Mevlana Hazretlerinin bereketi buradaki esnafın işlerini arttırıyor. Bu muhitte iflas eden esnaf göremezsin’ dedi. Etrafıma bakındım, hakikaten dükkanlar doluydu. Boy boy Mevlana şekerleri, Mevlana heykelleri, Mevlana bardakları, Mevlana kitapları; Mevlana Hazretleriyle ilgili satılabilecek her şey… Turistler hallerinden memnundu, türbenin verdiği uhrevi hislerle damıtıyorlardı ruhlarını. Kimileri bölgeye has, pideden farkı olmayan etli ekmek yiyerek karnını doyuruyor, kimileri yüzyıllık camilerin minarelerini hayranlıkla izliyordu. Ezanlar sanki daha coşkulu okunuyordu burada…
Türbenin köşesinden döndüğümüzde ise şaşkınlığa uğramıştım. Konya’yı bilenler bilir, Mevlana Türbesi’nin doğu cephesinde, Adliye’ye kadar uzanan, oldukça varoş bir mahalle var. Sonradan öğrendiğim ve bizzat şahit olduğum kadarıyla uyuşturucunun, esrarın, balinin merkezi de burasıymış. ‘Burada aptallar oturuyor’ dedi taksici, ‘Bunları defalarca hapse attılar, fayda etmedi. Ben arabama da almıyorum bunları, sorana o adrese gitmem diyorum. Bunların bazılarının Meram’da villası var, Chevrolet’e biniyorlar. Geçen birisi eroin diye kağıda kum sarıp satmaya kalkmış; öteki farkına varınca, krizdeymiş bir de dinsiz, bıçaklayıvermiş kalbinden. Evini buralardan uzakta tut.’ İki yanağı farklı bir çehre gibi göründü Konya gözüme. Ne yazık ki Mevlana Hazretlerinin sofuluğu, çevredeki sefaleti ve cehaleti bitirmemişti. Türbenin bir cephesinde ilahiler yankılanırken, diğer cephesinde ‘hap var, cigara var, bonzai var’ naraları atılıyordu. Ve arada yarım kilometre bile yoktu.
Neyse, her şehirde bir tane Geceleri Oraya Polis Giremiyormuş Mahallesi vardır zaten.
Konya’ya göçmüştüm göçmesine ama ciddi bir sorunum vardı. Tütün kolonyası kokan, üçüncü sınıf pansiyonların müdavimi olmaktan bıkmıştım; çünkü bu memlekette kimse bekara ev kiralamıyordu. Üniversiteye okutman olarak atandığımı, uyuşturucu kullanmadığımı ve fuhuş yapmayacağımı tek tek izah etsem de medeni halimde takılıp kalıyorduk. ‘Sana daire verirsem komşular ne der?’ diyen de vardı, ‘Evlendikten sonra tekrar ara’ diyerek telefonu kapatan da… Bekar bir erkek olduğum için lanetlenmiştim bu şehirde. Ev sahipleri, Mevlana Hazretlerinin ünlü vecizesini ‘Ne olursan ol yine gel ama bekarlar hariç’ olarak algılamıştı adeta. Konuştuğum ev sahipleri aile kriterine öyle odaklanmıştı ki, ‘Eşim, ben ve çocuklarım IŞİD’e üyeyiz, dairenizi örgütün kitlesel eylem planları için kullanacağız’ deseydim; ‘Aileyseniz problem yok’ diyeceklerdi neredeyse.
Velhasılıkelam, taksici ağabeyle helalleşeli bir hafta, nihayet kalacak bir daire bulalı üç gün oldu. Konya’ya kısa zamanda adapte oldum. Elini öpmek için hamle yaptığım teyzeleri kaçırmak dışında gaf yapmıyorum. Artık egemen güçlere ulu orta sövmüyor, Marx ve Lenin gibi sosyoloji babalarının, ne olur ne olmaz, kitaplarını elimde taşımıyor ve ‘merhaba’ yerine ‘selamunaleykum’, ‘hoşça kal’ yerine ‘selametle’ sözcüklerini tercih ediyorum.
Yazıyı sonlandırmadan önce, Konya’da sıkça anlatılan, ünlü bir hikayeyi sizlerle paylaşmak isterim. Günün birinde, bir ateist ile sofu karşı karşıya gelmiş. Ateist adam, dünyada yaşanan kötülüklerden dolayı çok öfkeliymiş, açmış ağzını yummuş gözünü:
‘Ben Tanrılara inanmıyorum. Onların dünyaya gönderdiklerine de. Bana kalırsa hepsi safsatadan ibaret. Günlerdir beyin fırtınamın içinde kaskatı kesilmiş bir yaprak gibi sürükleniyorum. Kendimi kaybetmiş gibiyim. Söyle bana, Allah niçin yüzyıllardır insanların savaşmasına izin veriyor? Beyazı siyahı, çekik gözlüsü, soluk benizlisi durmadan çatışırken; Allah niçin müdahale etmiyor? Sen de bilirsin ki, dünyanın en büyük akarsuyu gözyaşlarıdır; en güçlü volkan ise insan bedenleridir, durmadan kan püskürtür. Nasıl oluyor da, savaş insanoğlunun bu denli ayrılmaz bir parçası olabiliyor?’
Sofu işittiği bu cümlelere hiç kızmamış; zaten böyle şeyler duymaya ezelden alışkınmış. Beyaz sakallarını sıvazlamış, yumuşak ses tonuyla söze girmiş:
‘İnsanlar savaşıyor, evet. Fakat sonuca bakmadan önce nedene odaklanmalısın. Ateşi Allah yarattı, seni de; fakat ateşli silahları değil. Yaradan Hitler’e de beyin verdi, Stephen Hawking’e de. Biri teorik fizikte çığır açtı, öteki öjeni politikasında. Beyin yalnızca bir araçtır ve sen o beyinle dilediğin yaratıcıya inanmakta, dilediğin eylemleri ve keşifleri yapmakta özgürsün. Fakat anlaman gereken şu ki, Allah stratosferde ya da yerin bilmem kaç kat altında değil, Allah ruhumuzun derinliklerinde. Sen dürüst ve ahlaklı olduktan sonra Allah en sağlam yoldaştır, yarası olana merhem, yalnız olana yaren, dertli olana dermandır.’