Kalabalık, trafik, kaos, kirlilik ve keşmekeşlik… Ama perdeyi araladığınızda güneşi gözlerinizi kamaştırır. Ne kadar şikâyet edersek edelim İstanbul hep böyle bir etki bırakır işte.
Günlerce süren yağmur, fırtına, soğuk ve dayanılmaz trafik insanın canını çıkarır ve sonra sanki yazık yeter bu kadar eziyet diye düşünerek yalancı bahar gülümsemesini takınır. Kış aylarında yazdan kalma günleri yaşatmak da bu şehrin cilvelerinden birisi sadece…
İstanbul
İstanbul’da yaşayanlar her çekilmez oluşunda terk etmek ister bu şehri ve yaşanmaz burada artık diye serzenişte bulunurlar. Bu şehir size ihanet eder, belki en derin acılarınızı da bu şehirde yaşamışsınızdır ama yine de bu şehri sevmeye devam edersiniz. Aşk gibidir aslında İstanbul’u sevmek hem acı verir hem de vazgeçilmezdir. Hem gitmek istersiniz hem de asla ayrılmamak. Kısacası ne onla ne de onsuz yapamazsınız. Bağımlılık yaratır genellikle. Okumaya gelenlerin kalıp gidememesi, iş için gelenlerin hem geçim sıkıntısı çekip hem de bırakamadığı bir şehirdir İstanbul. Terk etmek için pek çok neden sayılabilirken kalmak için de pek çok neden olması bu şehrin cazibesinin etkisidir.
Ulaşım, tabi ki de bir numaralı terk etme sebebi olarak sayılabilir. Bir şehir 24 saat mi yaşar sorusunun cevabının “Evet” olduğu tek şehirdir diyebiliriz. Trafikteki araç sayısından söz etmeme hiç gerek yok sanırım. İstanbul’da tahminlere göre yaklaşık olarak üç milyon motorlu kara taşıtı bulunuyor. Bu rakamlar Ankara, İzmir ve Antalya’daki araçların toplamından bile fazla. Sabah ve akşam iş çıkış saatlerinde yaşanan köprü trafiği ise tam bir kabusa dönüşüyor. Bu durumu en iyi iki yaka arasında mekik dokumak zorunda olan çalışanlar ve öğrenciler anlar. Aracımızı park etmek için sarf ettiğimiz çaba da cabası. Otopark mı? O da ne? Bulduğun yere bırak sonra evine yirmi dakika yürü ne o arabayla geldim evime… Tabi, tabi…
Nüfus, pek çok ülkenin nüfusundan bile fazlayken nasıl nefes alıyoruz şaşıyorum doğrusu. Yapılan bir araştırmaya göre İstanbul’da kişi başına düşün yeşil alan miktarı bir demet maydanoz kadarmış. E tabi bu nüfusa eklenen yeni Suriyeli vatandaşlarımızı(!) unutmak ayıp olur.
Uçan ev kiraları, gayrimenkulde yaşanan ütopik fiyatlar da cabası. Nüfus fazla olunca, “Nasıl olsa evim boş kalmaz. Burası İstanbul! O parayı verecek başka birini bulurum.” mantığı ile yaklaşan ev sahipleri kiralara zam üstüne zam yaparak içinde yaşanmayacak durumda olan evlere çılgın kiralar talep ediyor. Bunun yanı sıra eskiden yaşanan ve günümüzde maalesef artık kalmayan “komşuluk” kavramı da büyük şehirlerde artık görülmeyen bir ilişkidir. Bizim kuşak kenarından kıyısından yaşasa da bundan sonraki nesil asla o sıcaklığı ve samimiyeti bilemeyecek. Çünkü biz onlara hep korkmayı, sakınmayı öğretir olduk. Dost olmak, paylaşmak ve paylaştıkça çoğalmak geride kaldı. İnsanlar artık birbirlerini gördüklerinde selam vermeyi bırakın yönünü çevirir hale geldi. Ve hatta günaydın dediğimizde suratımıza bön bön bakan insanlar türediler. Bu kadar kalabalığın arasında yalnızlık çekiyoruz. Koskoca şehirde nasıl yalnız kalır insan demeyin. Kalıyor işte, hem de yapayalnız…
Çoğu Avrupa şehrine gittiğimizde en özendiğimiz durum her yerde bisiklet yollarının olması ve insanların takım elbise ile bile bisiklet kullanması değil midir? Hem çevreci, hem de oldukça sağlıklı bir ulaşım türünün bizim şehrimizde bu kadar sınırlı kalması da çarpık yapılaşmanın, trafik canavarlarının bir sonucu olarak çıkıyor karşımıza. Çoğunuzun “Bisiklet yolu var da biz mi kullanmıyoruz?” ya da “İstanbul’da bisiklet kullanmak, düpedüz intihara kalkışmaktır.” dediğini duyar gibiyim. Hadi geçtim bisiklet yolunu şöyle nefes almalık bir yeşil alan, çocuklar için bir oyun parkı ya da evimizin önünde ufak bir bahçeye hasretiz.
Güvenlik sorunsalı da metropollerin kaderi iken bizim şehrimizde burada yaşamanın bedeli oluyor. Sokağa çıkmak tehlike, evde kalmak tehlike, işe gitmek, okula gitmek… her an her yerde başımıza bir şeyler gelmesi kaçınılmaz. Bu bir gaz bombası, polis yada kapkaççı saldırısı, hırsızlık, gasp, taciz ve biraz daha abartırsak yoldan geçerken kafanıza düşen saksı yada tuğla / cam olabilir. Hoş bu saydıklarım çok da abartı değil yaşanmışlığı, bu sebepten dolayı yaşamı sona eren, bitkisel hayata dönüşen pek çok kişi sayılabilir.
Hal böyleyken neden hepimiz hala bu şehirdeyiz hiç düşündünüz mü? Vapur desem, mis gibi deniz havası, çay ve simit… “Of, canım çekti!” seslerini duyar gibiyim. İnsanı şehrin tüm stresinden uzaklaştırıp adeta başka âlemlere taşıyan ve hiçbir zaman bıkılmayan bir keyiftir. Ya da Tarihi Yarımada’da yürüyüş, Kapalıçarşı’dan Mısır Çarşısı’na; Eminönü’ndeki balıkçılardan, Galata’ya; Tünel’den Taksim Meydan’a uzanan eşsiz bir gezi deneyimidir. Her gezintinizde ayrı bir tarih, ayrı bir detayı yakalarsınız. Bir de esnafla sohbete daldınız mı tadından yenmez. Prenses Adalarının masalsı güzelliği tartışılmaz. Hem İstanbul’a çok yakınsınız, hem de bir o kadar uzak. Huzur, deniz ve doğanın buluştuğu, en güzel aşkların yaşandığı, huzurlu yaşlılıkların geçirildiği, kimi zaman da ufak hafta sonu kaçamaklarının yapıldığı mükemmel bir yerdir.
Bırakıp gitseniz de özlediğiniz, 24 saat yaşayan, başka şehirlerde bulamadığınız ayrı bir büyü vardır İstanbul’da. Dedim ya sizi üzse de kırsa da asla vazgeçemezsiniz ondan. Bu şehrin cazibesi de budur işte.
İstanbul’da yaşamak, İstanbul hakkında yazılmış onca şiirin, şarkının bir parçası olmaktır. Şimdi en sevdiklerimden biri olan “Yârim İstanbul”u sizlerle paylaşarak yazıma son vermek istiyorum. E bunun üzerine de bu şarkı iyi gider, değil mi?
Yârim İstanbul
Saçlarını dağıtır rüzgâr
Yeditepe üzerinden
Hatıralar tarihin küllerini savurur
Kadın gibi kısrak gibi sarılayım
Gel ince beline
Yârim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Tüketilmiş yaşanmamış
Hediyelik hayatlar ah bu evler
Pencereler bu kapılar sokaklar
Hüzün gibi sevinç gibi
Eskitilmiş zamanlar
Yârim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Minareler uzanmış gökyüzüne bağırır
Kara sevdan nerelerde
Yüreğimi çağırır
Dua gibi büyü gibi ezberledim hasretini
Yârim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Söz: Sezen Aksu
Müzik: Fahir Atakoğlu