Din kisvesi altında kadın ve cinsiyet ayrımcılığına yönelik uygulamaların, İslam dini ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Gerçek dini ulema, siyasetten uzak durur. Günümüzdeki uygulamalar, dinin bir takım zümrelerin menfaatine yönelik kullanıldığını gösteriyor.
Ruhlarımızın cinsiyeti var mıdır?
Rahmetli babam Yapı Kredi Bankası müdürlerinden biriydi. Bir banka müdürünün sosyal yaşamı ne gerektiriyorsa öyle yaşardık. Annemle toplantılara davetlere katılır, danslar eder, sinemamız tiyatromuz eksik olmazdı. Seven ve sevilen biriydi. İnsanlığa hizmet etmeyi ondan öğrendim. Bayramlarda Hacıbekir şekercisine, şeker lokum dolu külahlar hazırlatır, geçmişin meşhur çocuk giyim mağazası Sevim bebeden çocuk kıyafetleri, ayakkabılar alır, arife günü Bakırköy çocuk yuvasına götürürdük. Biz de çocuktuk ama o çocuklara verdiklerinden bize vermezdi, bunlar onların kısmeti sizinkiler evde derdi. Derdim babamın ne kadar iyi insan olduğunu anlatmak değil. Bir İnanç’ı dile getirmek. Babam Halveti Cerrahi dervişiydi.
Çocukluğum ve gençliğim, dervişlerin arasında, şeyh efendinin dizi dibinde, tasavvuf ve dini sohbet ortamlarında geçti. Bizlere Allah ve İslam sevgiyle öğretildi. Tanıdığım ilk şeyh İbrahim Şevki Fahrettin Efendiydi. Karagümrük’teki dergah yakınındaki küçük bir evde, eşi ve kızıyla otururdu. İlk gördüğümde, dört beş yaşlarındaydım, nur yüzü, beyaz takkesi, bembeyaz sakalı, yumuşak, nüktedan sohbetiyle aklımda yer etmişti. Kadın erkek çocuk ayırmazdı, ziyaretlerimizde hep birlikte otururduk. 1966 hakka yürümesiyle yerini halifesi Muzaffer Ozak Efendi almıştı.
Dervişlik, ben istiyorum, filanca dergâh çok iyiymiş, oraya gitmeli denilerek, tekkenin kapısından girenin içeri alındığı bir mertebe değildir. O zamanlarda istihareye çok önem verilir, rüyalardan gelen mesajlar değerlendirilir ve ona göre kimin ne olacağına karar verilirdi. Muzaffer efendiyi tanıyanlar, hayatını okuyanlar bilir. O, Kadiri Şeyhi Gavsi Efendi’nin halifesi olmak yerine, halveti kalarak derviş olmayı seçmiştir. Halveti Cerrahi dervişi olmak için dergâha gidip kendini tanıttığında, Fahrettin Efendi’yle aralarında geçen konuşma dikkat çekicidir. Fahrettin Efendinin “Meşhur kadınlar vaizini kim bilmez” sözü üzerine o da “Erkek bulsam onlara da vaaz ederdim” diye cevap vermiştir. Muzaffer Efendi, “Dinimizde kadınlarla erkekler arasında temelde bir fark yoktur. Hakiki erkekler, hiçbir şeyin kendilerini Allah’ı zikretmekten alıkoyamadığı kişilerdir” derdi. Babam onun bir çeşit sağ koluydu. Efendi eserlerini el yazısıyla defterlere, kâğıtlara yazar, babam da bankadan eve geldiğinde onları daktilo etmeye başlar, akşam yemeğini araya sıkıştırır, bizi boşlamaz, orada yer alan hikâyeleri bizlere okurdu. O zamanlar televizyon yok, sohbet çoktu.
Muzaffer Efendi’nin, sohbetlerinde, vaazlarında ağzından bal damlardı, dini hikâyeler meseller anlatsın, şakalar yapsın diye ağzının içine bakardık. O da Fahrettin Efendi gibi kadın erkek ayırmaz, evlerde, sohbet ortamlarında büyük bir aile gibi hep birlikte otururduk. Eşi baş tacıydı, bizlerden ayrı olmazdı. Başında ince örtüsüyle, yerleri süpürmeyen diz altı etekler, şık elbiselerle, pırıl pırıl bir görüntüsü vardı. Derviş hanımlarının hepsinin başı örtülü değildi. Annem de başı açıklardandı. Babam vefat ettiğinde başörtüsü kullanmaya başlamıştı. Sıkma baş, türban gibi bağlama şekilleri yoktu. Örtüler, çene altında düğümlenir veya baş üstünden gelen örtü serbestçe bir omuzdan diğerine atılarak kullanılırdı. Örtülerin altına başkaca bir şey takılmaz, tepeden bir gıdım saç görünmesine Şeyh Efendi de dahil kimse aldırmaz, kimse saçın görünüyor ört orayı diye uyarmazdı. Biz kızların hiçbirinin başı örtülü değildi. Sadece camide, dergâhta ibadet zamanları örtü kullanılırdı. Sohbetlerde Muzaffer Efendi uygun gördüğü konuda konuşmaya başlar, hikâyeler nüktelerle süsleyerek anlatır, sorulara cevap verirdi. Dinlemeye doyamazdık. Okumaya, öğrenmeye çok önem verirdi. “Kur’anı azim-ül-bürhanın birinci ayeti İkra (Oku)’dır. İnsanoğlunun birinci vazifesi okumaktır, “Utlub-ül –ilme ve lev kane bis –sıyn-i farizatün ala külli müslimin ve müslimeti” hadisine işaret eder, İlim uzak bir diyarda dahi olsa, erkek veya kadın her Müslümana ilim tahsili farzdır, ama bu da yetmez, tefekkür etmek, düşünmek, okuduğunu anlamak, anladığını hazmetmek gerekir” derdi. Çocuklara çok değer verir, hediyelerle sevindirirdi. Halkın müşküllerini, halletmeye ve meçhullerine ışık tutmaya çalışır, sohbetlerinde ve kitaplarında bunlara yer verirdi. “Allah’a şefaate giden yol, insanların iç alemi ile ilgilidir. Bu yol üzerinde yol kesenler, şeytan aleyh-ül-la’neye hizmet edenler ve Rahman suretinde görünen iblisler sayılamayacak kadar çoktur” derdi. Bizler (ben kardeşim ve diğer derviş çocukları) Allah’ı, dinimizi sevmeyi böyle güzel öğrendik.
Muzaffer Efendi 1985 yılında Hakka yürüdüğünde ardında insanlık için yazılmış, İngilizce, İspanyolca ve Arnavutçaya çevrilen Irshad, Wisdom of a Sufi Master (Çev. Muhtar Holland), İrşad, Envarül Kulüb (Kalplerin Nurları), Ziynetü’l Kulüb (Kalplerin Ziyneti) isimli kitapları, sohbet tadında dualar, şiirler ve hikâyelerle süslü kitaplar bırakmıştır. Dergâha, halifesi Sefer Dal şeyh olmuş, onun vefatıyla da yerine, istihare yoluyla işaret edildiği söylenen bir zat şeyh yapılmıştır. Ben bu zatı muhteremi şahsen tanımam. Rahmetli babam zamanındaki dervişler arasında bu zatı hiç görmüşlüğüm, dergâha hizmetini bilmişliğim yoktur.
Çok iyi bildiğim şeylerin başında, kutsal kitabımız Kuran’da, Muzaffer Efendi’nin kitaplarında ve okuduğum onlarca tasavvuf kitabının hiç birinde, bırakın doğrudan yazmayı, imasının bile olmadığı “kadın çalışmaz”, ” hamile kadınlar sokağa çıkmaz” ifadelerinin yer almadığı gelir.
Makamda olan zat, “Erkek yakınındaki kadınları çalıştırmayacak. Onun bütün ihtiyacını temin edecek” demiş. Ben, seksenli yılların ortalarında beş yıl boyunca Suudi Arabistan’da yaşadım, çarşaf da giydim peçe de taktım. Şeriatın nasıl uygulandığına bizzat şahit oldum. Orada bile çalışan kadınlar vardı. Terziler, berberler, hemşireler ve doktorlar. O zihniyete göre, kadınlara hizmet etmesi gereken çalışan kadınlar…
Zatı muhterem; Hz. Peygamber, cennetin anaların ayağının altında olduğunu söyler diyeceksin, sonra da “Hamilelik mahrem bir şeydir, özeldir, nazar değer “Erkekler arabasıyla alsın, akşamüstü dolaştırsın. O kızcağız sokağa çıkmasın, nazara gelmesin” dedim, “Hamileler sokağa çıkmasın” demedim” diyeceksin. Kastettiğinle, önerdiğin eylem örtüşmüyor ne yazık ki. Cennetin, ayağının altına serildiği kutsal kadınların, ana olmak için öncelikle hamile kalmış olmaları gerekir. Haklısın, eylem mahremdir ama hamilelik değildir. Senin zihniyetinde olsaydım, sokakta gördüğüm kadın erkek, küçük büyük herkes için mahrem düşünceler içinde olmam gerekirdi, öyle ya hepimiz, önce hamile bir annenin karnındaydık. Ben sokakta kadın erkek görmem, yaratılmışları görürüm, insan görürüm.
O dergâhın sahibi önce Allah sonra Hakka yürümüş Şeyhleri, göçmüş ve yaşayan dervişleridir. O dergâh, hiçbir dönemde diğerleri gibi kapatılmamıştır. Şimdiye kadar şeyhlerinin hiçbiri iktidara yakın, şu partici, bu partici bilinmemiştir. Siyasiler onların ayaklarına çok gitmiştir ama hiçbiri bir siyasinin ayağına gitmemiştir. Siyasetten uzak durmuş, siyasetçiden korkmamışlardır. Çünkü sadece İslam’ı, Müslümanlığı öğretmekle ve sevdirmekle meşguldüler. Zatı muhtereme söz bana düşmez, ben sadece bana göreleri yazmaya çalıştım.
Dünya’da eril ve dişil bedenlerle yaşıyoruz. Size ruhumdan üfürdüm diyen bir yaratıcımız var. Her birimiz ondan bir parçacık taşıyoruz. Ruhlarımızın cinsiyeti var mıdır?