Nükleer Santrale Neden Hayır?

Üniversitede “Nükleer’e Evet” sunumu yaptığımızı bile hatırlıyorum. Okulda resmen sadece nükleer santralin yararları (!) anlatılırdı. Kurulursa enerji ihtiyacımızın büyük bir bölümü karşılanacaktı, gelişmişlikle enerji tüketimi doğru orantılıydı, hem zaten çevremizdeki ülkelerin nükleer tehdidi altındaydık, neden bizde de kurulmasındı?.. Karşı çıkanlar, yabancı devletlerin piyonlarıydı, onlar, ülkemizin gelişmemesi için her şeye karşı çıkanlardı. Nükleeri istememek resmen vatan hainliğiydi.

nükleer santral

Bu ve buna benzer söylemler yıllarca otorite kabul ettiğimiz akademisyenler tarafından o kadar çok söylendi ki resmen doğruluğuna inandırıldık. Sonra mezun olduk.


Bir süre ben de kasetten konuştum. Hocalarımın sarsılmaz otoriteleriyle akademik kariyerlerinin etkisindeydim ve onların bilgisinin doğru olduğuna inandırmıştım kendimi.

Ta ki onların birbirlerinin ayağını kaydırma çabalarına, tabularına, siyasi parti, ırk ve mezhep ayrımı yapmalarına şahit olana ve sırf ülkücü diye derslerle alakası bile olmayan hatta Bahçeli’nin “Silahları bırakıp laptop alın” çağrısına anlam veremeyip “Laptopu adamın kafasına vursam paramparça olur la” diyen çocuğu master öğrencisi olarak kabul ettiklerini öğrenene kadar…

Burada, bizleri, ‘Nükleer Santrallerin milli ekonomimiz için ne denli önemli’ olduğuna ikna etmeye çalışan ve aktardıkları bilgilerden tek bir an bile şüphe duymayan hocalarımla ilgili birkaç detaya daha değinmek istiyorum.

Hâlâ çok sevdiğim, çok da saygı duyduğum bir Hocamın… Ki kendisi Meteoroloji konusunda Türkiye’nin önde gelen isimlerindendir ve Rio’da Türkiye’yi temsil eden önemli bir şahsiyettir.

“Ay ve Güneş tutulmalarıyla depremler arasında bir bağlantı olamaz mı hocam?” şeklindeki soruma, “Ne alakası var kızım, biri yeryüzünde, öbürü gökyüzünde” yanıtını vermesi, şahsen bazı akademisyenlerin, Ortaçağı aratmayan dogmatik bakış açılarını görmemi sağladı.

Nasıl ki kalpte ortaya çıkan bir rahatsızlık, mideyi etkiliyor, midemizdeki bir sıkıntı baş ağrımızı tetikliyorsa evrendeki her şey de vücudumuzda olduğu gibi bir bütüne hizmet ediyordu.

“Ay ve Güneş, Yeryüzü ve Gökyüzü bir bütünün parçalarıdır ve bu bütünlüğün hala açıklayamadığımız ahengi içinde birlikte dans ederler sevgili hocam ve çok basittir aslında. Ayın evrelerine göre nasıl gel-git yaşanıyorsa yani gökyüzündeki o alakasız (!) uydu, yeryüzünde koca koca okyanusları harekete geçiriyorsa, aynı çekim etkisiyle depremler de pekala tetiklenebilir” demek isterdim hocamın cevabı karşısında fakat tüm sınıfın bu saçma (!) soruma gülmesinin etkisiyle belki de sustum. Kafasını bana çevirip gülenlere ben de gülümsedim.

Sonra üşenmedim, araştırdım dünyanın bu alakasız (!) iki yüzü arasındaki ilişkiyi. Gerçekten de Güneş ve Ay tutulmaları ile büyük depremlerin meydana geliş tarihleri birbirleriyle paralellik gösteriyordu. Fakat depremlerin neden bazen Yeni Zelanda’daki, bazen Endonezya’daki bazense Marmara’daki fay hatlarını tetiklediğini anlayamadım. Manyetik alanla filan ilgilidir herhalde. Tutulmanın net olarak görüldüğü yerle ilgili matematiksel bir hesaplama yapılabilir belki bilemiyorum, bu benim meselem değildi. Ben hep hissettiğim, evrensel bütünlüğün birbirleriyle olan güçlü bağını, onların etkileşimindeki ahengi görmüş ve bunu kendime bilimsel olarak da kanıtlamıştım. Bunun rahatlığı ve iç huzuruyla da inancım bir kez daha tazelenmişti. Benim için yeterliydi bu.
Üstelik bu sadece, gökyüzündeki bir olayın yeryüzüne etkisiydi.

Bilim, kendi bilginden bile şüphe etmeyi gerektirir

Tesadüfen yeryüzündeki olayların da gökyüzüne etkisini fark ettim. Mesela büyük volkanik patlamalardan sonra 11 yıl kadar o bölgenin ya da ülkenin ortalama sıcaklıklarında ciddi bir düşüş oluyordu. Tabi bunları araştırıp bulan ben değildim, ben verileri incelemiştim sadece…

Hal böyleyken zaman içinde bilgisine kesinkes güvenip “olmaz öyle şey” diye kestirip atan bilim (!) adamlarına pek de güvenmemeye karar verdim. Çünkü bilim, kendi bilginden bile şüphe etmeyi gerektirir. Kaldı ki onlar fanatikçe bildiklerini savunuyor, eleştiri kabul etmiyor ya da en ufak soru işaretini komik bulup alay ediyorlardı.

Neden olmasın?

Bana öğretmenliğimin manevi hazzını yaşatan ve çok kısa bir süre öğretmenleri olmama rağmen hâlâ hayatlarında çok özel bir yerim olduğunu bildiğim ilk öğrencilerime belki de bu yüzden en çok “Neden olmasın?” demeyi öğrettim…

— Örtmenim, UFO’lar gerçek mi?
— Örtmenim, insan uçabilir mi?
— Örtmenim, insan 300 yıl yaşayabilir mi?

Tüm bu soruların cevabı sınıfça söyledikleri “neden olmasın” cümlesinde gizliydi. Şu an için bilemiyorduk ama neden olmasındı…

Şimdi düşünüyorum da “neden olmasın” sorusunu bile soramayan insanların etkisi altında geçen 5 yıl ve onların yarattığı bu sakat algının yetiştirdiği onlarca öğretmen… Bu yazıyı yazmamın sebebi aslında tam da bu. Görüyorum ki hâlâ o “nükleere evet” aşılarının zihinlerinde yarattığı algı bozukluğundan kurtulamamış öğretmen arkadaşlarım var. Onlar hâlâ aynı algıyla, aynı kaseti tekrarlıyorlar. Tıpkı bir zamanlar benim de yaptığım gibi…


Aynı kaset diyorum çünkü enerjinin tek bir merkezden dağılması gerektiği fikri artık demode olmuş durumda… Enerjinin ortak merkezden şehirlere, bölgelere dağılmasına gerek kalmadığı aşikar. Yaşayan mimariler, ekolojik yapılar şehirlerin enerji ihtiyacını parça parça karşılayabilecek şekilde tasarlanır hale geldi.

Şöyle düşünelim, bir şehrin tüm sokak lambalarının ve trafik ışıklarının harcadığı elektrik, evet, çok fazla. Bir de buna evlerin, fabrikaların ihtiyaçlarını eklersek muazzam kapasiteyle çalışan bir enerji santraline ihtiyaç duyduğumuzu düşünmemiz çok normal. Bu durumda aklımıza ya termik, ya hidroelektrik ya da nükleer santraller gelir.

Her ev kendi enerji ihtiyacını karşılayabilir mi?

Ya tüm binaların dış yüzeyine ve çatısına güneş panelleri yerleştirirsek? O zaman her bina kendi ihtiyacı olan elektriği kendi üretecektir. Bunun romantik bir hayal olduğunun düşünülmesini istemem çünkü Paris’te ve Avrupa’nın zar zor güneş gören pek çok şehrinde bu yapılar yaygınlaşıyor. Kendi ülkemiz açısından, rakam vererek konuşmak gerekirse; Ankara’da 24 dairelik bir apartmanın çatısında 260 m2’lik bir alana güneş panelleri konulursa o apartmanın elektrik ihtiyacı karşılanıyor. Antalya’daysa binaların çatılarında 150 m2’lik bir alan ayırmak yeterli. Sokak lambaları ve trafik ışıklarının üzerine yerleştirilen paneller ise her birinin merkezi şebekeden bağımsız olarak çalışmasını sağlayacaktır. Peki, merkezi bir şebekeden gelecek elektriğe hiç mi ihtiyaç duymayacağız?

Elbette enerji açığı mutlaka ortaya çıkacaktır. Bunun içinde tarımda kullanılamayan, mesela Tuz Gölü çevresindeki uçsuz bucaksız topraklara güneş enerji santrali kurulması alternatifini düşünebiliriz.

Almanya’nın (güneşli gün sayısı bizden çok daha düşük olmasına rağmen) 12 nükleer santralden elde edebileceği enerjiyi, oldukça geniş bir sahaya kurduğu güneş enerji santralinden elde ettiğini sanırım biliyorsunuzdur. Yani tarımda atıl kalan sahalara güneş santrali kurarak, ekolojik binalar inşa ederek ya da var olan yapıların çatılarına solar paneller yerleştirerek büyük oranda enerji açığımızı kapatabiliriz.

Nükleer santraller için “Dikkat edilirse bir şey olmaz” diyenler, bir şey olmayacağını garanti edebilirler mi? Ya korkulan olursa? Düşünmek bile istemiyorum ama ölen küçücük bedenleri, sakat kalan ve sakat doğan onca insanı gördüklerinde, bunun vicdan azabından kurtulamayacaklarına eminim. Ya da belki yine paralel yapıyı suçlamayı seçerler. Vicdanlarını bir şekilde ‘AK’larlar. Lütfen bu kumara destek olmayın!

Japonya gibi titiz ve disiplinli ülkede bile sızıntı olduğunu unutmayın. Japonya’nın hala Fukuşima felaketinin izlerini taşıdığını, son kalan nükleer santralini de kapadığını, denizin içine güneş enerji santralleri kurarak alternatif çözüme yöneldiğini hatırlatmak isterim.

 Tüm bu açıklamalardan sonra, hala nükleer santralin yararlarıyla (!) ilgili farklı bir savunma akıllara gelebilir:

“Japonlar ve gelişmiş diğer ülkeler nükleer kullanarak enerjiyi ucuza getirip zengin oldular,  şimdi tabi ki pahalı yatırımlara yönelebiliyorlar, biz hala ekonomik olarak gelişmiş ülkeler seviyesinde değiliz. Gelişmemiz için bizim de enerjimizi ucuza mal etmemiz gerekir, bu yüzden Nükleer santraller kurulmalı”

Öncelikle ‘nükleer enerjinin ucuz, yenilenebilir enerji kaynaklarının pahalı” olduğu algısının tamamen bir yanılgıdan ibaret olduğunu söylemeliyim. Bu algı 7 yıl öncesine kadar kurulum maliyetleri göz önünde bulundurulduğunda doğru olabilirdi fakat dünya değişiyor ve gelişiyor. Artık yenilenebilir kaynaklardan üretim yapan santrallerin kurulum maliyetleri de oldukça aşağı çekilmiş durumda. Peki, inanmıyorsanız, rakam vererek konuşayım. Nükleer enerjinin her kilovatsaati 12.5 $, güneş enerjisi 13 $, rüzgar enerjisi ise 7 $. Nükleer santrallerle Güneş enerji santralleri arasında çok az bir fark var gibi görünüyor fakat buna bir de Nükleer’in söküm, atım ve çevresel etkilerinin maliyetler eklenirse? Hele ki korkulan olur da tüm bu maliyet hesabına bir de sağlık giderlerinin eklenmesi gerekirse? Nükleer enerji dünyanın ‘en pahalı’ enerjisidir.

Türkiye 3250 saat güneş alan bir ülke. Rüzgar enerji potansiyeli de oldukça yüksek. Bunun yanında 190 adet jeotermal noktası bulunmakta. Üstelik yenilenebilir enerji santrallerinin kurulmasıyla birkaç yıl içinde kurulum maliyeti amorti edilerek kâra geçiliyor. Hem de ömür boyu, dünya döndüğü sürece… Üstelik % 100 milli bir enerjiden söz ediyoruz.

Ülkeler, birbirleriyle sid.k yarışındaki ergenler gibi sonunu görmeden tüm doğayı ve insanlığı uçurumun kenarına sürüklerken, insanlık bu felaketin sonuçlarını defalarca görmüşken bu katliama DUR diyenlere vatan haini demeye devam mı edeceksiniz?

Yapmayın…

Değil Türkiye’de nükleer santral kurulmasını desteklemek, diğer ülkelerin nükleer enerjiyle kumar oynamalarını engellemek için ne gerekiyorsa hep birlikte yapmalıyız.


Sonuçta bu dünya hepimizin ve gidecek başka ‘hiçbir’ yerimiz yok…