‘Jung ile Freud’un arasına girip Freud’u sömüren ve Jung’un teninde iktidardan farklı bir şeye dönüşen sanrılar, rüyaların şeffaflığını bile delip geçer cinstendir sanki’ diye geçirmekteydim içimden. İçlerin dışlara, dışların içlere sızması aslında o kadar nefistir ki…
Ve sonra o gün, bir baharın dölü Pazar sabahı ip atlarken ona rastladım. Elinde bir tahta ve değişik şekilli bıçaklar vardı. Önce anlam veremedim; sonradan öğrendiğime göre tahta oymacılığı ve taş kesmeciliği gibi sanatlara merakı olan bir beyefendi ile tekne gezisine çıkmak üzereydim. Ürkmeli miydim? Buna fırsatım olmadı ne yazık ki.
Kafamda dolaşan tilki kuyrukları egomla başa çıkılması gerektiği alarmlarını vermeye başlamıştı. ‘Olgunlaşmış bir ego kırılabilir ancak’diye fısıldamıştı bir bilgin kulağıma; ona göre dalından düşmeye yakın törpülemeye başlamalıydım. Denk geldiği zaman dilimi de suya meyilli olduğunun göstergesi miydi? ‘Perestişkarı olduğun sanısıyla çarptığın duvarlarda bıraktığını farzediyorum şimdi bu otorite hevesini, yanı sıra yap-boz edip üstesinden gelemediğin prensiplerini…’ diye fısıldadı sonra ve bu konuyu ürkerek uzun bir süreliğine kapattım.
Dedesi Samuel Preiswerk’in dominant geldiği bu güzel hücreler birleşkesiyle tekne gezintimiz başlamıştı artık. Bodensee Gölü’nden başka göl bilmeyen bu adam beni tekneye kadar peşinden sürükledi ikna etme çabası içine girmek istemediğinden ve ben bu durumu her nasılsa anlayışla karşıladım. Yargılayıp yadırgama budalalığından uzak durma çalışmalarım devam etmekte ve elimden geleni yapmaktaydım. Ve yavaş yavaş iç seslerimizi akaşik kayıtlara dokundurmaya başladık.
Kollektif bilinçaltının senin-benim bilinçaltımızın da derinlerinde olduğunu ifade ettiğine değindim. ‘Evet’dedi. ‘İnsanlığın evrimiyle uygun adım giden toplum belleği, ortak düşünce atmosferinin meyvesidir ve sen bu atmosfere yani Noosfere her aklına eseni savurmamalı, onu kirletmemelisin. Evrende her şeyi canlı olarak algılamak ona karşı özenli olmamız gerektiği algısını da yaratacağından, özümüzdeki şifalı taşları yerli yerine oturtacaktır.’ Bir Tv programında John Freeman’a verdiği cevabın beni çok etkilediğini ifade ettim. ‘Platon’dan içine sızan vahdet bilinci ne şaşırtıcı bir yansımadır ve konu sen olduğunda şaşırtıcılığını yitirip otomatiğe bağlanmış bir afallamaya bırakıyor denebilir.’demek istedim bir solukta ama bazen hızlı düşünmekten kaynaklanan, önce içinden geçirip sonra dillendirme alışkanlığına bir dikiş daha atmadan beynimi okuduğunu belli etti. Telepati olduğunu tahmin edememiş olmanın şaşkınlığıyla duruldum. Tedirginlik verici bu durumda hulahop çevirme hevesiyle evden çıkmış ama atonal bir alışkanlıktan kurtulmak istemezken buna mecbur kalmış bir ergen tadı vardı.
‘Yaratıcı hastalık’ döneminde bile yanında olan Tony Wolf’un gölgesi düştü üzerime kendimle başbaşa kalıp ergen çorbası olduğum o saniyelerde. Sebatlı olmasının ona bir getirisi olup olmadığını hala bilmiyordu. Yalnızca yaratıcı aşk vardı benim anlattıklarından anladığım kadarıyla. Yaratıcı aşk doyurucuydu; tüm hezeyan ve burukluklarına rağmen bildiği her şeyden daha nüfuz edici bir bombaydı da… ‘Reiche’nin Ouija tahtalarını konuşturmuş olması bile yetmez bazen yaratıcı aşk yoksa’ diye düşündüm.
Tonyciğimiz de Ingmar Bergman’ın Persona’sında olduğu gibi bir açmaza girmişti. Aşk’ın aşkın oyuncularından birinin bağıran sessizliği en fena tetikleyen olur ya bazen… Personasıyla özdeşleşip kendine yabancılaşan Tony’nin yardım çığlığıpsikopatalojiye varmadan duyulsun diye- tam da bu esnada- gölgesiyle beraber üzerime yansımıştır.
Jung’un eşzamanlılık teorisi
Jung’un eşzamanlılık teorisi onu tatmin etmiş gibi görünse de, ona olan hayranlığı Levh-i Mahfuz’dan yeni bir bilgi çekmişçesine heyecan vericiydi. ‘Beni bir ara anlatmış olduğun şu iki örnek fena eder sevgili Tony’ dedim ve devamını getiremedim; üzerime düşen gölge, güneşin çekilmesiyle yitmişti. Daha tuhaf bir şey oldu. Değinmek istediğim o iki örneği Jung’un iç sesinden dinlemeye başlamıştım:
‘Altın renkli bir gün hastalarımdan biri rüyasında altın renkli bir bokböceği gördüğünü anlatırken masamda değil pencere kenarında oturuyordum ki incecik bir iki tık sesi duydum. Dönüp baktım ki hastanın anlattığının ikizi bir böcek hafif vuruşlarla kafasını pencerenin çerçevelerine denk getiriyordu. Pencereyi açtım ve bir iki denemeden sonra böceği avuçladım. Araştırıp incik cıncık ettiğime göre böcekcağız Mısır mitolojisinin demesiyle güneşle ilişkilendirilirdi.- Güneş dininin başkenti ‘On’ olmakla birlikte; güneş tanrısı ‘Khepri’ de muhtemelen bu şehirde ve eşzamanda peydahlanmıştır-. Mısırlı papazlar Fransız böcek bilimcisi Fabre’den hem faydalanıp hem de bilimin yetmediği noktalarda ayrılmışlar ve bu sevgili altın renkli varlığın dışkıdan oluşturduğu yumurtalarıyla hiçbir dişi varlığa gereksinimi olmadığını savunmuşlardır. Yeniden doğuşun üzerinde yanıp sönen bu altın ışıklar Sirius’tan hayat bulan bir yenilenme, üreme ve ölümsüzlüktür de yine ve yeniden güneşi doğuran.
Bu minval üzere kopuk olduğunun farkına bile varılmamış zincirler kendi kendine örülmektedir hastanın miras kalmış gibilikten öte heba olmaya üşenen ömründe. Hastaya bu altın varlığı rüyasında görmesinin tedavide kritik bir döneme, hatta bir dönüm noktasına gelindiğini ifade ettim. Tedaviye zor cevap veren bu özel hasta için benim meydana getirme gücümün ötesinde, bir hayli akıldışı olan bir şeye ihtiyaç duyuluyordu. Fakat hasta rüyasını çözümleyişimizin ertesi günü iyileşmiş ve zihni pürüpak bir şekilde teşekküre gelmişti.
Ve neden sonra yine bir gün günlerden balıktı. O Cuma yirmidört saatlik süre zarfında altı farklı yerde ve nedenle bir şeyler balıktı. Öğle yemeğinde balık vardı ve masada dönen konu ‘Bir Nisan şakası’ yani ‘April Fish’ idi-dediğim gibi o gün de her nasılsa günlerden Bir Nisan yani balıktı-. O günün sabahı bir yazıttaki yarı insan yarı balık figürüne ilişti gözüm. Akşam Tony bana üzerinde balığa benzeyen motiflerle süslenmiş bir mendil hediye etti. İki Nisan sabahı, beş senedir ofisime uğramamış bir hastam rüyasında, ayaklarının dibinde karaya doğru ilerleyen dev bir balık gördüğünü anlattı. Ve işin en ilginç tarafı o sıralar balık sembolü üzerinde çalışmaktaydım. Bu tuhaf senkronizite, oltaya takılan bilindışı bir örgütlenmedir. Matta 14:15-21, Luka 9:12-17 ve Yuhanna 6:4-13’da geçtiği üzere Hz.İsa beş bin insanı mucizevi bir şekilde balık ve ekmekle doyurur ki bazı söylemlere göre bundandır balık sembolünün yoğunca kullanılışı. Ea/Enki rahipleri, Oannesler, insan tutan balıkçılar, Mısır mitolojisinde Hatmehit( Balık Tanrıça), karşıt yönlere giden- iç içe geçmiş iki balık sembolünde vücut bulan Aphrodite ve Eros, bilgelik ve Apollon’un tenine değen sevgili balığa ve tüm bunlara şahitlik edene şükürler olsun.
Şimdi işaretlerin Bir’liğine gönül rahatlığıyla inanarak takip edebilir misin Don Kişot’u?