Medya ve Kumpas

Türk Ordusu’na tarihinde ilk büyük travmayı Arabistanlı Lawrence, ikincisini de Pensilvanyalı Fethullah yaşattı. Nam-ı diğer “paralel”.

balyoz kumpas ergenekon medya kumpas kilit anayasa mahkemesi

Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının medya ayağını oluşturan ismi herkesce malum basın kuruluşları, yönettikleri algı operasyonları ile bir yandan “paralel”in değirmenine su taşırlarken diğer yandan da “Ne istediler de vermedik” diyen hükümetin ekmeğine yağ sürüyorlardı. Kankalararası bu tatlı hayat, öküzün ölüp ortaklığın bozulmasına kadar sürüp gitti.

Ergenekon ve Balyoz davalarında, bazılarını yakından tanıdığım geleceği parlak insanlara devlet içine sızmış bir çete tarafından kumpaslar kuruldu. Bu insanları beş yıl tutuklu olarak yargıladılar, ortaklık bozulunca da beş dakikada beraat ettirdiler. Üstelik gerekçesi; dijital verilerin somut kanıt olarak değerlendirilemeyeceği, ispatının gerektiği gerçeği. Meğer hukuk fakültesi 1.sınıf bilgisi yeterliymiş.


Olayların kumpas olduğunu anlamak için orta seviyede sosyal zeka yeterli iken bizim ahalinin ikna olması tam yedi yıl sürdü. Zaten hep derler; “Çin’in ipeği, İran’ın kedisi, Türkiye’nin de haini meşhurdur” diye.

Bu yedi yıllık süreçte ahali medya sayesinde nelere inandı, kumpas nasıl kuruldu bir hatırlayalım:

Ahali, Türk subaylarının kendi jetlerini düşüreceğine ve Fatih Camii’ni bombalayacaklarına inandı ama düşürülecek uçağın içine hangi aklıevvelin oturmaya cesaret edeceğini sorgulamadı. Poyrazköy’e yıllar önce gömülen silahların neler olduğunu merak etti ama iki gün önceki gazeteye neden sarılı olduğunu merak etmedi. Jilet olan geminin yüzebileceğini, daha denize bile indirilmemiş denizaltının dalabileceğini, olmayan sokaktan tramvay geçebileceğini hep mantığa uygun buldu. Üstelik “Küçük resme değil, büyük resme bakalım” diyen gazeteci görünümlü tetikçileri alkışladı.

Ahali, Çukurambar’da yakalanan aşçının yutmaya çalışırken ağzından çıkarılan kağıtta Bülent Arınç’ın ev adresinin olduğuna ve suikast planladıklarına inandı. Bu habere kargalarla beraber gül gül öldük. Bülent Arınç ise hüngür hüngür ağladı. “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diyenlere, “Madem bağırsaklarını temizliyor, krokiyi yutsa bile telaşa ne hacet, nasılsa b.kunda çıkar” demek bile aklına gelmedi. Bu iddia ile girilen ordunun kozmik odası iki ay didik didik arandı, tüm gizli bilgiler ortalığa saçıldı. Flaş belleğe çekilip casuslara servis edildi, umursamadı.

Ahali, mühimmat taşıyan askeri kamyonlarda seri numaraları silinmiş 900 adet bomba ele geçirildiğini “flaş…flaş…flaş” alt yazısıyla devletin resmi yayın organı TRT’den duydu ama patlayacak bombaya seri numarası vermenin hangi akla hizmet olduğunu sorgulamadı.


Ahali, darbe sonrası cezaevine dönüştürülecek Saraçoğlu Stadı’nın denetiminin havadan F-16’larla yapılacağına inandı ama 100 km uzaktaki Bandırma’ya bile 5 dk’da giden bir F-16’nın 100 metrelik Saraçoğlu Stadı’nın üzerinden saniyenin bilmem kaçta kaçı zamanda geçerek stadı nasıl denetleyebileceğini sorgulamadı. Matematik zekası yok edildiği için bunları hesaplamak aklına dahi gelmedi.

Ahali, Usame Bin Ladin’den Zerkavi’ye kadar ne kadar pir-ü pak terörist varsa telefon numaralarının bir teğmenin telefonunda kayıtlı olduğuna inandı ama “Çeviriverin şu numarayı bakalım Usame mi açacak telefonu?” demek aklına bile gelmedi. Hatta; “Sehven kaydetmişiz” diyen polise, “O zaman Usame’nin telefonu sende ne arıyor, askerlik arkadaşın mı?” diye sormadı.

Ahali, ordunun yarısının fuhuşçu öbür yarısının da casus olduğuna, beş kafadar teğmenin kafa kafaya verip deniz kuvvetleri komutanına suikast planladıklarına, bu planı da flaş belleğe çekip evdeki buzdolabının arkasına gizlediklerine, koskoca orgenerallerin adam tutup Malatya’daki yayınevi çalışanlarının boğazlarını kestirdiğine, Trabzon’da bir rahibi öldürttüğüne, Şişli’de bir Ermeni’yi sokak ortasında katlettirdiğine, bir avukatın eline silah verip Danıştay’ı bastırdığına inandı. Tüm bu olanları ağzı açık ayran budalası gibi seyretti. Üstelik, “İyi ki bu generallerle savaşa girmemişiz” diyen kasaba politikacılarını alkışladı.

Ee… Baktılar ki ahali ipe bile gelen sazan misali, bu kez çıktı bir kadın; Kabataş’ta deri pantolonlu, zincirli, deri eldivenli, bandanalı, üstleri çıplak, dövmeli, bir elinde kırbaç, bir elinde bira olan, bir tek motosikletleri eksik, 70 kadar erkeğin kendisini darp ederek üzerine işediklerini söyledi. Fantezinin böylesini değil yaşamak, insan rüyasında görse altına kaçırır ama o cenahta en ufak bir buruntu hissi yok. Vadide gezen kurtlara bakan ahaliyi inandırmak için sofistike fantezilere ihtiyaç yok, tamam anladık da olayın bu derece anaokulu müsameresi kıvamına sokulması da biraz ayıp olmadı mı?


Şimdi sıra geldi tazminat davalarına. Bu kadar mağduriyetin elbet bir bedeli olacak. Bu tazminatları artık polis, savcı ve hakimler maaşlarıyla mı öder yoksa buna destek veren yandaş medya da katkıda bulunur mu veya Pensilvanya da elini cebine atar mı orasını bilmem. Ama şunu bilirim; bu devlet kasasından, ödediğimiz vergilerle ödenmemeli. Çünkü olayda bir ihmal yok; hakim, savcı ve polislerden oluşturulmuş bir çetenin medya destekli komplosu var. Yok, illaki kasadan ödeyeceksen kardeşim; payıma düşen miktarı hesapla, bir zahmet banka hesabıma yatırıver lütfen.

Çünkü ben başkaları gibi ortaklık bozulunca değil, taa baştan beri “kumpas” diyenlerdenim.


 

Taner Erim
1966 yılında İstanbul'da doğan yazar, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun olmuştur. Hava Kuvvetlerinin çeşitli birimlerinde hekim olarak görev yaptıktan sonra 2010 yılında emekli olmuştur. Halen özel sektörde kulak burun boğaz uzmanı ve bir yüksek öğretim kurumunda öğretim görevlisi olarak çalışmakta olan yazarın ilgi alanları siyasi tarih, sinema ve motosiklettir.