Günümüzde, diğer adıyla postmodern çağda, hayatımızı çepeçevre saran gerçekliğin yitimini yaşıyoruz. Düşle gerçek iç içe geçmiş durumda. Yaşadıklarımızın hangisinin gerçek hangisinin düş olduğunu birbirine karıştırır olduk. Sanki gözü açık rüya görüyoruz.
Yaptıklarımızı bilinçsizce yapıyor, sürekli yapmak istemediklerimizi yapmanın pişmanlığını yaşıyoruz. Adeta körler ülkesinde önünü göremeden sağa sola çarpan deliler gibi plandan ve amaçtan yoksun günlük bir yaşantı içindeyiz.
Kitaplarda anlatılan masalımsı bir dünyanın içinde gibiyiz adeta. Çarşılar, pazarlar, pasajlar, renkli camlarla kaplanmış alışveriş merkezleri, lokantalar, iş yerleri, dev bilboardlar, sanki cetvelle çizilerek yapılmış maketimsi parklar, enva-yı çeşit malların sergilendiği sokaklar, baştan sona aydınlatılmış ışıltılı caddelerimiz ve buraları dolduran insanların hali bir karnaval havasını andırıyor. Böyle bir gösteri dünyasının içinde yaşayan insanın gerçek denilen kavramı duyumsaması mümkün değildir. Düş içinde yaşayıp giden bilincin, bu kadar gerçek-üstü bir atmosferde sağlığını koruması pek beklenemez. Sık sık renkli ve ışıklı nesnelere bakan, bunlarla dolu eşyalar arasında gezen bir insanın kendini sürekli uykulu hissetmesi ve sürekli uyku hasreti çekmesi de gayet doğaldır. Çünkü meta ya da diğer adıyla mal, imgesel donuk bir nesnedir. Donuk nesneler insanlara uyku verir.
Peki bizler şu anda içinde olduğumuz tarihi neden düşteymişçesine ve bilinçten yoksun bir şekilde yaşamaktayız? Neden her şey gerçek zamandan ve mekandan yoksun bir masal dünyasını andırıyor? Bu soruların cevabını 18. yüzyılda ortaya çıkan burjuva sınıfının ekonomik ve felsefi düşüncelerinin genel adı olan kapitalizmde bulabiliriz. Kapitalizm her şeyi olduğu gibi gerçekliği de çarpıtarak insansal tarihi egemenliği altına almış, mal ve eşya üretimini en uç noktalara taşımış, bizi böyle düşsel bir dünyanın içine hapsetmiştir. Peki bunu nasıl başarmıştır?
İnsan içinde bulunduğu toplum ve doğayla etkileşimi sonucunda düşünce üretir. Doğayla ve toplumla olan ilişki biçimi onun gerçekliği algılayışını da belirler. Bu aynı zamanda tarih dediğimiz olgunun da diğer adıdır. Genellikle tarihi iki kategoriye ayırıyoruz. İnsanın dışında akıp giden insandan bağımsız bir tarih ki, buna biz doğa tarihi diyoruz. Bir de insanın oluşturmuş olduğu ve içinde yaşadığı toplumun bir tarihi vardır. Buna da insanlık tarihi diyoruz. Bilim veya felsefeden öğrendiğimiz üzere doğa da toplum da değişim ve gelişim içindedir. Yalnız bu değişim öyle kendiliğinden ve rast gele değil belirli kurallar dairesinde meydana gelir. Maddeci diyalektik dediğimiz felsefi görüş, doğanın ve toplumun diyalektik bir gelişme yoluyla ilerlediğini ve değiştiğini ileri sürer. Bu görüşe göre madde kendi içinde kendi karşıtını üretir, onunla çelişir sonra çatışır, bu çatışma da daha karmaşık ve gelişmiş başka bir maddeyi doğurur. Bu olaylar değişme ve ilerleme dediğimiz olguları meydana getirir. (diyalektik)
Doğada olduğu gibi toplumda da bir değişme ve gelişme vardır. Marksçı kurama göre toplum da tıpkı doğa gibi kendi içinde kendini olumsuzlayacak birtakım dinamik güçlere sahiptir. Bu dinamik güçler toplumu oluşturan sınıflardır. Çünkü toplumda sınıf dediğimiz bir olgunun olması aynı zamanda bir çelişkidir. Çelişki iki zıt şey arasında olur, hareketin ve değişmenin de motorudur…
18 yy da Kapitalizmin ortaya çıkışıyla beraber toplumda birbiriyle çelişen iki ana sınıf meydana gelmişti. Burjuva ve işçi sınıfı. İşçi sınıfı biriktirilen sermayenin ve üretilen zenginliğin gerçek sahibi olmasına rağmen sefalet içinde yaşıyordu. Üretim araçlarının sahibi olan fakat bir işe yaramayan şişman göbekli patronlar ise zenginlik ve şatafat içinde yaşıyorlardı. İşte 19. yüzyılda, tarihi yani toplumsal gerçekliği ve dinamizmi oluşturan çelişki burada yatmaktaydı. Sömürüldüğünün bilincinde olan bir kitleyle sömürdüğünün bilincinde olan başka bir kitlenin mücadelesi, tarihi yani toplumsal bilinci ve gerçekliği yaratıyordu. Karl Marx bilinçlenmiş işçi sınıfının üretim araçlarını ele geçirerek toplumda var olan bu çelişkiyi/eşitsizliği ortadan kaldırıp sınıfsız bir toplum kuracağını ümit ediyordu. Fakat Marx’ın kehaneti gerçekleşmedi ve kapitalizm varlığını daha da hissettirerek var olmaya devam etti.
Peki şu soru akıllarda hala varlığını sürdürüyor: ‘’Toplumdaki bu çelişki nereye gitti? Ya da toplumsal gerçekliğimizin temelini oluşturan bu sınıf çatışmasının yerini ne aldı?” Elcevap: ‘’İmgenin diyalektiği”. Sınıflar arası diyalektik çatışma, yerini mallar arası değiş tokuşa, diğer bir ifadeyle imgelerin değişimine ve çatışmasına bıraktı. Yeni ve daha gelişmiş olarak üretilen mal/imge eski malı yani imgeyi dolaşımdan çıkararak çelişkiyi ortadan kaldıracak, devinimi sağlayacaktır. Evet, kapitalizm dünya şehirlerini fetişize edilmiş mallarla doldurarak insanoğlunu bir imgeler ve aynalar dünyası içinde hipnotize etti. Çünkü meta/mal aynı zamanda donmuş bir imgedir. Sürekli imgeye bakan insanın algılama gücü körelir. İnsanlar imgelerle değil kavramlarla düşündüğünden zihinsel bir körleşme yaşar. Sonra bilinç dağılır, birey kendini bırakır, dikkatini belli konularda yoğunlaştıramaz. İşte tam da bu sırada rüya başlar.
Zamandan ve herhangi bir bağlamdan kopuk olarak seri üretilen nesneler sadece donuk imgelere değil aynı zamanda büyüsel bir çekim gücüne (aura) de sahiptir. Kendi dışındaki varlıklara olmayan değerler atfetme ve onları birer göstergeye dönüştürme melekesine sahip insanlar, malı, toplumsal ilişkiler yani göstergeler sistemi içerisinde değişime uğratarak soyut birer değere dönüştürür. Böylece bu aldatıcı (büyüsel) görüntü zamanla her yeri kaplar, zamanı ve devinimi durdurur. Tarih adeta donar. İnsanları ve insanların düşüncelerini harekete geçiren sınıfsal çelişki, yerini malın ve maldan yansıyan imgenin (görüntünün) büyüsüne bırakır. İnsanlar zehirli elmayı yiyen pamuk prenses gibi derin bir uykuya dalar.
İşin kötü tarafı bu kadarla da bitmedi. Demir ve cam mimarinin gelişmesiyle beraber şehirlerimiz camdan ve çelikten bir fanusa dönüştü. 20. yüzyılda fotograf makinasının icat edilmesiyle dünya önce resimselleştirildi, kameranın icat edilmesiyle beraber de sürekli hareket eden bir imgeye dönüştürüldü. Sinema, tekniğin imkanlarıyla beraber bütün sanatları içinde toplayarak tarihin en büyük ilizyon aracı oldu. Zihnimizi hareket eden imgelerle doldurdu. Georges Duhaamel’in deyişiyle: “Artık düşünmek istediğimi düşünemiyorum. Düşüncelerimin yerini devingen görüntüler aldı.”
Kapitalizm, tekniği artık insanları hipnotize etmede bir araç olarak kullanıyor. Bir bakıma sahte ışıltılı dünyalar kurarak toplumsal hayattaki sınıfsal çelişkinin üzerini örtmeye çalışıyor. Suni olarak üretilen uyku ve rüya, toplumun kollektif bilincini örttüğü gibi sınıfsal çelişkinin de üstünü örtüyor. Böylece, bilinciyle değil bilinçdışıyla hareket eden bir toplum ortaya çıkıyor. Bilinçdışı istek ve arzularının baskısıyla hareket eden sapıkların artmasını da buna bağlayabiliriz zannımca.