Hanenin Nabzı Meselesi

Ülkenin derdi, bizim derdimizdir. Peki bizim derdimiz, hükümetin derdi değil mi? Neden mecliste hane halkının refahının kavgası yapılmıyor? Algı yönetimi sistemine girmişiz bir kere, savaşa bile oy hesabıyla bakılıyor.

hane halkı hanenin nabzı meclis hükümet toplum hanenin

Bir haber kanalı açınca kendinizi garip hissediyor musunuz? O televizyon sadece sizin için orada gibi ya da televizyonun içindeki dünyayı siz dışarıdan izliyormuşsunuz gibi. Bana sık sık oluyor biliyor musunuz? Oysaki o televizyon bizim içimizde. Kalakalıyorum televizyon karşısında. Hayat o kadar hızlı dönmeye başlamış ki BBC izler gibi geliyor yerli kanallar. Çatışmalar, kavgalar, cinayetler, savaşlar, aşırı zenginlikler, mucizeler, doğan bebekler, ölen ünlüler… Tamamı bizim hayatımızın bir parçası değil mi? Biz bu hayatın içinde değil miyiz?

Ne zaman “Ben” diyebileceğiz?

Sokak, televizyonun içine sığdığından beri oyun demosu izler gibi televizyona bakıyoruz ve kendi hayatımızdan soyutluyoruz. Zam haberi geliyor, “Ben zaten ayda 50 TL benzin koyuyorum”, savaş çıkıyor; “Belliydi böyle olacağı, kaşındılar…” Bir eğitim komisyonu kurmadan eğitim reformu yapılıyor, “Bizimkiler mezun zaten.” Yani gündem bizim içimizde ama bizim dışımızda. Yahu bu savaş bizim, bu kriz bizim, bu öğrenciler, işçiler bizim. Bizden bağımsız değiller. Bu duyarsızlaşma neden?


Bireyci olan toplum, kendi kapısını kilitlediğinde içeride olanlar ile daha çok ilgilenir. O zaman savaşı da önemsemez, krizi de… Ne zaman ki gelir ona dokunur, o zaman başlar haykırmaya. Dolayısıyla sokağın nabzı dediğimiz mesele, bireyci toplumlarda, esasında, hanenin nabzı meselesidir. Çünkü sokakta olan eve girdiğinde biter bireyci için. Oysaki toplumlar bir bütün olarak algılanmadığında esas problem burada başlar.

Bir olay karşısında “Benim problemim değil” anlayışı yayılmaya başladığında, ayrışma başlıyor demektir. Bireyselcilik bu ikisinden de farklıdır. Bireyin, toplum içerisinde, tüm büyük resmin içerisinde, kendi bireyliğini ve kendini yaşayabilmesini ifade eder. İşte bu noktaya geldiğimizde, gerçekten bireye saygı duymaya başlarız. Çünkü bizim de bireyliğimiz önemlidir.

Her birey, hür toplumu oluşturan bir küçük birimdir. Bu birimler kendi hürlüklerinden ve kendi fikirlerinden doğarak bir toplumu oluşturuyorsa, burada; bir birey diğerine saygı duyabilir ve onun yaşantısı için bir kaygı taşıyabilir. Daha temel bir ayrım için örnek vermek isterim; bireyci bana dokunmayan yılan bin yaşasın der iken bireyselci ona dokunan yılan, yarın bana da dokunabilir der. İşte bu noktada bir yerdeki katliam ya da yoksulluk, bizim hanemiz içerisinde bahsi yapılmaya değerdir. Sanki toplumu oluşturan bireylerden bizden farklı gibi bakarak, “Bakın orada neler oluyormuş!” demek biraz garip kalmıyor mu? Orası dediğimiz yer, bizden sadece kilometre ve mecra olarak uzak, yoksa toplum aynı bütün…

Bu ayrıştırıcı dilden kurtulmak lazım

Dışarıdaki hayat, hane insanlarının dışarıya çıktığında yine kendi hanesi adına yaptığı yorumlardan ibaret. Uzun yıllardır kullanılan öfke ve ayrıştırıcı dil, bizi daha bireyci yaptı. Bu sebepten, milliyet, örf, gelecek vb kavramlar da daha küçük coğrafyalar için geçerli, mesela mahalle gibi. Yıllardır yap boz gibi bizi ufalayıp parçalara ayırmakla meşguller. Sonra da çıkıp “Efendim, kültür mozaiği.” Ne mozaiği, döşeme mi yapıyoruz? Yok efendim! “Anadolu bir melez…” de ne demek yani, bezelye tanesi midir, nedir? Toplum yahu! Ortak bir geçmişe sahip toplum…


Bir ortak yaşantı anlamında gelenekler ya yok olarak eskiyor, ya da putlaştırılıyor. Çünkü toplumcu bir bakış yok. Bir örf, kendini yaratan kültürün yaşaması için savunulmuyor ki… Yine hanenin kendi refahı için savunuluyor. Yani kültür örüntüsünden çıkılıp, sokak gürültüsüne dönüşüyor. Bir gelenek, o aileye ne kadar menfaat sağlıyorsa o hanenin temsilcileri de sokakta onun o kadar savunucusu oluyor. Dolayısıyla sokağın nabzını tutmak için kullanılan dilin önemi var. Bu dil, menfaat kavramını akla getirmeyecek şekilde kullanılmalı ki kültür yaşasın. Biz, bir ortak geçmişe sahip olduğumuz için toplumuz. Bu ortak geçmişi nasıl ortak geleceğe taşırız? Meselemiz bu.

Menfaatten öte, menfaatten ziyade

Giderek bireycileştirildiğimiz güncel dönemde, toplumdan menfaat odaklılık yaklaşımını uzaklaştırmamız gerekiyor. Bireyselci olarak her bireyin “önce ben” demesi ve kendini bu anlamda mutlu edebilen ‘ben’lerden oluşan toplumun daha saygılı, sağduyulu ve toplumcu olacağını düşünüyorum. Biz giderek menfaatçi olmaya başladıkça, menfaatimiz olmayan her olay “bakın oralarda neler oluyormuş” şeklinde sözleniyor.

Zaten tüm ilişkilerimizi menfaat üzerine kurmaya, yanlış din eğitiminden başlamış durumdayız. Tanrı ile ilişki tamamen çıkar ilişkisine dönüşmüş. Ben Tanrı’nın istediklerini yaparsam ondan isteklerde bulunma hakkım var, isteklerini yapmazsam, sonsuz bir barbekünün konusu olacağım. İşte bu, Allah’ın milyonlarca yıllık mesajını indirgediğimiz yer bu. Allah’ın bile, gözüne girerek bir şeyler elde etmek çalışmaya kodlanmış bir topluluk, çok doğaldır ki başka birinin gözüne girilmesi için savaş çıkarılmasına itiraz etmez, bile bile çıkarılan ekonomik bunalımları sineye çeker. Hanesine zeval gelmedikçe her şeye de sessiz kalabilir.

Sonuç

Sonuç olarak, sokağın nabzını tutabilmek için önce hanenin nabzını tutmak lazımdır. Hanenin nabzı nedir? Çorbası kaynasın, evladı okusun, kışın üşümesin, kredi kartını ödesin… Herkes esasında bunun derdinde. Yöneticiler ise kendi ihtirasları ve takıntılarını, toplumun gündemi ve takıntısı haline getirmezlerse, hane halkı da kendi gündemini oluşturabilir.

Günümüzde yapılan algı yönetimiyle biz sarayda yaşayan insanların sifonu çektiğinde giden suya ödediği vergiyle, bizim sifonu çektiğimizde giden suya aynı vergiyi ödememiz gibi çelişkili bir şekilde koltuk ve güç derdinde olan yöneticilerin gündemiyle aynı gündeme sahibiz. Ülkenin derdi, bizim derdimizdir. Peki bizim derdimiz, hükümetin derdi değil midir? Neden mecliste hane halkının refahının kavgası yapılmıyor? Algı yönetimi sistemine girmişiz bir kere, savaşa bile oy hesabıyla bakılıyor. Yani bir savaşın ya da bir ekonomik krizin kendi şerefi veya şerefsizliği değil, hane halkının bu olaya bakışının oy olarak haneye ne yazacağının önemi daha fazla. Bu ortamda da ne bizim gündemimiz meclisin gerçek gündemi olur, ne de yöneticilerin gündemi bizim gündemimizden çıkar.


Aziz Nesin’in dediği gibi “Körler memleketinde şaşı padişah olur.” Biz ne zaman, “her hamleye hanenize oy yazar” anlayışından kurtulur, birey olarak tutkularımızı yaşamaya ve yöneticilerin hamlelerine duyarsızlaşmaya başlarsak, o zaman bizim gündemimiz meclisin gerçek gündemi olur.


 

Umur Çalıkoğlu
İşletme bilim dalında lisans, Eğitim Bilimleri ana bilim dalında yüksek lisans eğitimi aldı. Romanya'da sinerji iletişimi ve takım çalışması, Almanya'da ve İrlanda'da kariyer ve yetenek yönetimi konularında araştırmalar yaptı. İki adet AB projesinde kolaylaştırıcı olarak görev aldı. Türkiye Etik Değerler Merkezi Derneği Yönetim Kurulu Üyesi. Bu kapsamda çeşitli üniversitelerde etik üzerine konferanslar verdi. Firmalarda ve iş profesyonellerinde etik bilincinin arttırılmasına yönelik uygulama ve seminerler geliştirdi. Çeşitli eğitim ve danışmanlık firmalarında proje müdürü olarak, İstanbul'da iki farklı vakıf üniversitesinde Kariyer Uzmanı ve Kariyer Ofisi Sorumlusu olarak görev aldı. Görev yaptığı üniversitelerde kalite komisyonu ve topluma katkı komisyonlarında yer aldı. İstanbul İşletme Enstitüsünde Liderlik ve Eğiticinin Eğitimi eğitimleri veriyor. Çeşitli kurumlarda da motivasyon, markalama, kurumsal iletişim, etik, kurumsal dizayn, satışta bütünlük sistemleri gibi eğitimler veriyor. Ayrıca, yazar olarak yönetim meselesi adlı köşesiyle İndigo Dergisi künyesinde yer almaktadır. Kısaca, etkili yönetim alanına gönül veren bir konuşmacı, kariyer ve eğitim uzmanı .