Evren varlığının bilinçli ve istenç sahibi nimeti insandır. Onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerden biri ise; kendinde var olan aklı iradeyi kusursuz bir şekilde tüm güzelliğiyle düşünebilme melekesidir.
Yalan mısın gerçek mi?
Belki de insanın kendisini bilip bilmemesiyle başlar her şey… Kanıt olmaksızın yarını görmek istemeyen bir topluluğun vardıkları kanı, söyledikleri söz olmamalı fikirler…
Öncesi yok… Yarını mı? Yarını ise belli olmayan bir hayatta kendimize ait olmayan bir dünyanın içine girip de dile gelen sorgular, sualler ve yanlış varılmış kanılarla yoğrulmuş hatalar niye?
Bir doğrunun bir yanlışı götürdüğü bir sistemde, 3 yanlışın bir doğruyu götürmesi gibi saçma ve yanlış olan bir anlayış…
Düşünmek yok… Hayal etmek mi? Asla!
Orta da ise; ne sonuçlar doğuracağını bilmeden, hatta düşünmeden sanki senin hayatın, senin hakikatinmiş gibi dillendirilmeye çalışılan saçma sapan söyleşiler…
Yaşamak mı… Yol almak mı… Durmak mı seni korkutan? Yoksa; biz diyebilecek çoğulcu bir zihniyetin içinde kaybolmak mı?
Seni tüm canlılardan daha özel kılan kutsal iradeden uzak bir şekilde, başkalarının düşüncesiyle yola çıkan varlığın; ne kadar hakikati olabilir ki acaba?
Kin ve öfkeyle yoğrulmuş bir düzende hep başkalarının hayatıdır sorguladığın da; sana ait bir yol… Sana ait bir söz… Sana ait bir vicdan yok… Tıpkı sana ait bir hayatın olmadığı gibi…
İrade var, ama şuur yok… Düşünce var, ama rehber yok…
Bizi tüm canlılardan yüce kılan iradeyi, düşüncelerimizi, varlık ve o varlığı doyuracak olan yarınlarımızı başkalarının sözleriyle yaşayıp da onların gölgesi altında hayata tutunmaya çalışmak ne kadar doğru olabilir ki acaba?
Hiçbir gayemiz, hiçbir sebebimiz, hatta hiçbir fikrimiz yokken konuya tüm ayrıntısıyla vakıfmış gibi dolu dolu konuşmak… Bir yoksunluğu, bir başka yoksunluk ile doyurmak gibi…
Öyle ki; bilmemenin ayıp olduğunu savunan boş bir kutuda, öğrenebilmeye hazır boş bir iradeye sahip olmak kadar acı… Maalesef ki gerçek…