“Kitleler asla gerçeğin peşinde koşmamıştır. Yanılsamalar isterler ve yanılsamasız yapamazlar. Gerçek olmayanları gerçeklerin üstünde tutarlar, gerçeklerden çok gerçek olmayanların etkisinde kalırlar.” – Freud
Yaş yirmi beş hayallerin sonu
Herkes ergenliği, menopozu ve andropozu konuşur ama aslında en zor yaş yirmi beştir. Üniversite bitmiş, aileden harçlık isteme faslı kapanmıştır. Seçtiğiniz insan hayat arkadaşınız olacak; bulduğunuz alelade bir iş, kariyerinizi şekillendirecektir. Atacağınız her adım o seneyi değil, tüm yaşamınızı etkiler. Daha da trajiği, yirmi beş yaşına geldiğinizde sıradan olduğunuzu fark edersiniz. Asla ünlü bir baterist olamayacağınızı, dünya turuna falan çıkamayacağınızı ve elli seneyi aynı bokları tekrarlayarak geçireceğinizi… Yirmi beş yaş, ortalama bir insanın en fazla olgunlaştığı dönemdir.
Benim yirmi beşinci yaşım hayıflanmakla geçti. Pek yetenekli değildim ve boş zamanlarımda kapitalizme küfredip dururdum. Zuckerberg Facebook’u, Dorsey Twitter’ı, Nevzat Aydın Yemeksepeti’ni icat ederken; ben toplu hayıflanma ayinleri düzenliyordum. Sıradanlığımı tahayyül ettiğimde çıldıracak gibi hissederdim bazen. Haklıydım da, çünkü kalburüstü hiçbir özelliğim yoktu.
Ayinlerimin odak noktası daima sermaye yokluğuydu. Sığındığım yegane bahane buydu. Milyonluk şehirlerin milyonda birlik zenginlerine bakar, hayıflanmalarımı küfürle damıtırdım. Arkaik bir tutum olan zengine sövme, benim ata sporumdu. Nihat Genç gibi yumruğumu masaya vura vura “ruhsuz ibneler, milyonluk eşekler” diye veryansın ederdim.
Aradan uzun zaman geçti, ben pek değişmedim. Değişen tek durum sıradanlığımı kabullenmem ve sıklıkla dile getirmem oldu. Bu da matah bir şey değildi, çünkü sıradan insanın sıradan olduğunu itiraf etmesinde hiçbir romantizm yoktur.
Tabii ki teslimiyetim kolay olmadı. Buhranlı geçen bazı gecelerimde soy ağacımı araştırdım mesela, belki Osmanlı hanedanından geliyorumdur ya da Müteferrika’nın torunu çıkarım da medyada hatırım geçer diye. Ama olmadı, soy ağacımdaki tek ünlü insan Hz. Adem’di. O da malumunuz fazla tanıdık bir simaydı.
İsmime odaklandım sonra, belki bir keramet vardır diye. Yurt çapında başarılı, alanında efsane olmuş tek bir İsmail bile bulamadım. Oysa araştırmalarıma göre Türkiye’de toplam 473,265 kişiydik. Neredeyse yarım milyon İsmail vardı; İzlanda’dan, Lüksemburg’tan, Malta’dan bile kalabalıktık ama hiçbirimiz memlekete damga vuracak bir girişime müdahil olamamıştık. Mevcut şöhret basamaklarına baktığımızda ne yazık ki İsmail YK ve İsmail Türüt gibi karakterlerle avunmak zorundaydık.
Sonra doğduğum günü kontrol ettim. Evet, bu noktada yararlı bulgulara ulaşmadım değil. 20 Ocak hakikaten büyük olaylara gebeydi. Napolyon Paris’e 20 Ocak’ta girmiş; George W. Bush, Obama ve birçok ABD lideri bu tarihte Beyaz Saray’a çıkmıştı. Einstein görelilik kuramını bu tarihte ortaya atmış; evlerimizin neşe kaynağı olan Flash TV yayın hayatına bu günde başlamıştı. Ve bir o kadar önemlisi, ben doğmuştum!
Hayır, aradığım bu da değildi. Madem büyük tarihin büyük karakteriydim, neden yirmi beş senemi dümdüz yaşamıştım? Neden kerametimi gören kimse olmamıştı? Ve neden hala hayıflanma ayinlerinin aranılan ismi bendim?
Doğmak sıra dışı bir hadise değildir, Kadir gecesinde bile doğsan… O halde doğumumdan sonraya odaklanmalıydım. Geçmişime dönerek sıra dışı bir detay aramalıydım. Beynimdeki zaman makarasını geriye sardım; ergenliğime, oradan da çocukluğuma gittim. Ömrüm boyunca anlatıp prim yapabileceğim, dillerden dillere destan gibi aktarılacak bir hikaye aradım. Ve nihayet o gece yarısı onu buldum!
Sanırım yedi yaşındaydım. Denizli’nin meşhur çarşısı olan Bayramyeri’nden eve dönüyorduk. Bir elim annemin elini, öteki elim birkaç milyon liraya satın aldığımız oyuncak arabayı tutuyordu. Yeni oyuncağım için heyecanlı ve sabırsızdım. Anneme daha hızlı yürümesini salık veriyordum. İşte o esnada gözlerime doğru gelen bir karaltı hissettim, ardından sağ gözümde keskin bir acı… Korkunç bir vızıltı duyduğumu, sonra yere kapaklandığımı ve oyuncağımın caddeye kadar fırladığını hatırlıyorum.
Gözlerimi açamıyor, acı çekiyordum. Annem endişelenmişti. Süratle babamın iş yerine seğirttik. Annem ne olduğunu idrak etmeye çalışıyor ve gözümü açmam için beni teskin ediyordu. Dakikalar sonra nihayet gözlerimi açtığımda ise asla unutmayacağım şu sözleri söyleyecekti: “Oğluşum korkacak bir şey yok, karasinek gözüne yumurtalarını bırakmış.”
Evet, bu vakanın emsali bugün bile yoktu. Milyonda bir görülen bir olaya imza atmıştım ve zafer benimdi!
Olayın gerisini merak edenler için anlatayım. Annem gözümdeki sinek larvalarını itinayla, göz bebeğime dokunmadan peçeteyle temizledi. Ve aynı günün devamında kızarık gözlerle sokaklarda cirit atmaya devam ettim.
Yaşım nispeten ilerledi ve milyarlarca homo sapiens’ten farkım olmadığını kabullenecek olgunluğa eriştim. Enteresan paylaşımlar, tuhaf şakalar ve gizemli tavırlar sergilemekten vazgeçtim. Biliyorum ki hayatımdaki en özgün olay, bir karasineğin gözüme yavrularını bırakması. Durum böyleyken neden insanları etkilemek için kırk takla atayım? Neden kendini gerçekleştirememiş bir egoyu, anomi durumundaki bir bireyi zat-ı alinizin önünde ifşa edeyim?
Hayıflanmaktan, sistemi suçlamaktan, zenginlere küfretmekten, her koşulda eleştirmekten, tüketmekten, pasifliğime rağmen toplumdan saygı beklemekten ve sıradanlığımdan keyif alıyorum. Çünkü zannettiğinizin aksine sıradanlık gayet iyidir. Nadir görülen bir hastalıktan ziyade, nezlenin daha iyi olduğu gibi.
Herkes ergenliği, menopozu ve andropozu konuşur ama aslında en zor yaş yirmi beştir. Ne anlatmak istediğimi anladıysanız, muhtemelen Dante gibi ortasındasınız ömrün. Yok eğer küçükseniz, hayaliniz şirin bir karavanla Avrupa’yı dolaşmaksa ya da ünlü bir akordiyoncu olmak istiyorsanız, hayallerinize sıkı sıkı tutunmanızı öneririm. En azından onlar sizi bırakana kadar.