İyilik ile kötülüğün savaşıdır bu, insan olma ile hayvan kalmanın, dost ile düşmanın savaşı bu günler…
Hangi kapıdayız?
Acının tarif edilemediği, gözlerin gördüklerini görmek istemediği, içimizde durmadan bir yükselen bir alçalan duygularla kendimizi yeniden bulma günleri. Bizi sarsan aslında ne varsa kendimizi kendimize getirme günleri…
Dünya sanki hepimize yetmezmiş gibi, bu ülkede birlikte hiç kardeşçe yaşamamışız gibi tavır takınılan, tabiri caiz ise şeytanın gazına gelen seslerle iç-insani sesimizin birbirine karıştığı bu günleri en çok da dil ile anlatabilmek gerçekten de zor… Gözyaşının istem dışı gözlerden akışını nasıl tarif edemiyorsa insan, yüreğine düşen acının da tarifini hakkıyla yapabilmesi imkansız…
Denizden kıyıya vuran ne varsa gördüğümüz fakat kabullenemediğimiz, hayretler içerisinde izlediğimiz, yaralarımızı ne ile saracağımızı bilemediğimiz, örtülerin altından çıkan hayvani yanımıza karşı nasıl tavır takınacağımızı bilemediğimiz günlerin yine kendini kovaladığı zamanlardayız. Oysa insanlığımız tam da bu ikilemlerin dışında dururken hem de…
Suyun içerisinde iken suyu arayan balıklar misali yüzüyoruz bizi bize bir türlü getiremeyen o engin saflık denizinin adı kendini bilmezlik denizi olmuş da haberimiz yok iken hem de…
Birileri durmadan kulağımıza “O” ya da “Onlar” suçlu diye bağırıyor. Durmadan tekrar edişlerin ardında içimizdeki o kirlenen suya nasıl net bakabiliyoruz ki? Nasıl kirli aynada kendini net göremiyorsa insan bu baktığımız aynanın kirlenmişliği hali dışında nedir ki? İğneyi kendimize batırmayı becerebildiğimiz gün kurtuluş günümüz gibidir oysa. Dışarıda gördüğümüz her türlü şeyin içeriden yansıyan olduğunu anladığımızda belki kendimizi-insanlığımızı kurtarabilmenin günüdür. Dışarıda beklediğimizi içeride yaşayamamanın acıyla bize döndüğü kıvranış zamanlarıdır bu günler…
Kendimizi içeride kapı kapı dolaşıp en sonunda da en doğru kapıya varabileceğimize olan inancımız ayakta tutacaktır bizi… Bu durumu belki de bir çoğunuzun bildiği bir hikaye ile daha da anlatmaya çalışalım isterseniz…
Öğrencilerinden biri Mevlana’ya sormuş:
— Efendim ben bu kapı meselelerini pek iyi anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir şekilde anlatır mısınız?
— Şimdi bak, karşı medresede hepsi rahlelerine eğilmiş çalışan dört kişi var. Sen gidip bunların hepsine birer tokat atıp gel sonra sana durumu ben anlatayım…
Öğrenci hocasını dinler ve hemen söylediğini yapmak üzere karşıya geçer. Hemen birinci dervişin ensesine bir tokat atar ve tokadı yiyen derviş hemen ayağa kalkar, arkasını döner ve daha da güçlü bir tokatla Mevlana’nın öğrencisini yere yıkar. Öğrenci canı yanmış bir halde tokadı yemenin acısıyla geri dönmek ister fakat hocasına olan itaati ve yaradanına olan inancıyla ikinci dervişe geçer ve onun da ensesine bir tokat yerleştirir. Tokadı yiyen ikinci derviş ayağa kalkar öğrencinin yüzüne tam bir tokat indirecekken vazgeçip yerine oturur. Öğrenci yine devam ederek üçüncü dervişin de aynı şekilde ensesine vurur. Üçüncü derviş tokadı yedikten sonra şöyle bir arkasına bakar ve kafasını geri çevirip çalışmasına devam eder. Dördüncü derviş ise tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam eder. Öğrenci bir kafa karışıklığı içerisinde hocasına döner.
Mevlana:
— İşte sana istediğin cevaplar…
Birincisi şeriat kapısını geçmiş biri idi, şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı aynısını sana iade etti.
İkincisi tarikat kapısındandı, yediği tokat ile yerinden kalktı fakat tarikat inancında verdiği söz aklına geldi, “Sana kötülük yapana bile iyilik yap.” Onun için döndü ve yerine oturdu.
Üçüncüsü marifet kapısına kadar gelen biriydi. İyinin ve kötünün sadece Yaradan’dan geldiğine inandığı için, bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye şöyle bir dönüp baktı.
Dördüncüsü ise hakikat kapısını da geçmiş biriydi. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu biliyordu, onun için sana dönüp bakmadı bile…
Şimdi durup bir düşünelim mi sizce biz hangi kapıdayız? Ne zordur insanın kendi ile olan savaşı… Ne zordur insanın kendi kendini kabulü…
Henüz geçemediğimiz kapıların ardından bakışımız ile hakikat aynı mıdır hiç düşündük mü? Görünen ile gerçeğin aynı olduğu zannı ile geçiştirilip duran hayatların ardından biz ne kadar kendimizi net göremiyor isek kendimize olan samimiyetimizi de biraz sorgulamamızın günü geldi de geçmiyor mu?
Tarihte makam, mevki, etiket, para, ün, şan, şöhret kapılarından geçmek isteyenlerin değil, sabrı sükutta olan gönüllerin dirilip, yedi düvele kendini kabul ettirebilmiş bir milletin torunlarının yaşadığı bir ülke değil miydi benim ülkem? Biliriz ki iblis fitne ve fesatla uğraşmaz, inançlı gönülleri ele geçirme derdindedir hep. Ve elbette her dem hain içimizde var olmuş ve olacaktır. Mesele burada içimizdeki hangi sese kulak vereceğimiz, hangi kapıdan geçmeye karar verişimizdir. Hain de, kötülük de sadece biz izin verdiğimiz sürece içimize yerleşebilir. İnsanlıktan hiç nasibi olmayan kötülere karşılık vermek ile insanlık kapısı arasında bir tercih gerekirse hangi kapı için sınandığımızı bir daha düşünelim gelin de… Üzerimize bulaşan pisliği temizlesek bile sonrasında kokusunun kalacağının idraki ile ensemize yediğimiz tokadın nerden geldiğini anlatan bir Kur’an-ı Kerim ayeti der ki:
“Onun (tüm açığa çıkardıklarını), önünden arkasından Allah hükmüyle muhafaza eden (kaydeden) kesintisiz izleyici sistemi(kuvveleri-melekleri) vardır… Muhakkak ki Allah, bir toplumun yaşam biçimini, onlar kendi nefslerini (anlayışlarını-değer yargılarını) değiştirmedikçe, değiştirmez! Allah bir topluma bir felaket irade etti mi, artık onun geri çevrilmesi yoktur! Onlar için O’ndan başka bir yardım edici dost yoktur.” (RA’D Suresi, 11.ayet) – Meali: Ahmet Hulusi
Sözümüz o ki bir yılan bile ancak öldüğünde uysalca, dosdoğru uzanabilir, içimizdeki nefsi-yılanı öldürmedikçe bize ölmeden uyanmak, bize diriliş yok. İçimizdeki yılan yalnızca bizi ısırıyor ancak bizi zehirliyor. Peki! Yapılan eziyetlere, haksızlıklara, yanlışlara susarak mı devam edeceğiz? Elbette ki hayır! Daima insanı insan olarak oluşturan her ne güzel erdem varsa tüm bunların yanında dimdik durarak, birlik olarak, hayvani yanlarımıza kulak asmayarak, tokadı atanın nereden ve kimden geldiğinin şuuruyla başımızı hiç arkamıza çevirmeden içimizdeki o bizi bizden alan nefsani sesimiz kesilene dek yürümeye devam edeceğiz… Semalara kanat çırpmak için kanatlarımızdan eskiyen, bize ağırlık yapan tüylerimizi döke döke, silkelene silkelene fakat uçmaya hazır ve layık olarak… Çünkü böyle gönüller için istikamet tektir!
Şimdi bana gönülden elini verebilecek dost var mı? Hangi kapıdayız?
Kitab-ül Esrar: Okunacak en büyük kitap insandır