Kendimize, ayrı bir ben olarak yalnız kendi nefsani arzularımıza daha ne kadar hizmet edeceğiz, ruhumuzu aç bıraktığımızı, kalıcı bir iç huzura yaklaşmadığımızı fark etmeden?
Kulluk etmek ne demek?
Allah’a kul olmak…
Bir kul ne yapar ki? Efendisinin istediğini tabi ki. Hem de sorgulamadan, tartışmadan, anlamasa bile.
Neden demek, hoşuna giderse yapmak nasıl bir teslimiyete sığar?
Hızır’la Musa’nın öyküsünde olduğu gibi, Musa’nın anlam veremediği Hızır’ın davranışlarının hepsinde bir hikmet vardır elbet.
Buna baştan güvenip teslim olmak ya mesele.
La İlahe İllallah diyorsak eğer,
La Faile İllallah – Allah’tan başka yapan yoktur
La Mevsûfe İlla Hu – O’ndan başka tanımlanan yoktur
La Mevcûde İlla Hu – O’ndan başka varlık yoktur diyorsak,
Teslim olduğumuz ne mevkidir?
Yunus Emre’nin dediği “bir ben vardır benden içeri” deki ben olsa gerek. Ama zahirdeki değil, batındaki ben. Aradaki fark ya mesele…
Koşullanmış nefsani isteklerle saf özden gelenleri ayırt edebilmek için, “kendim” dediğini şöyle karşına alıp iyice bir yüzleşmek gerek. Hele ki o isteklerimizin birbirleriyle uyuşmadıkları zamanlarda.
Kalbi zihne efendi kılmak, ki tek ayaklı mantıktan çift ayakla yürüyen bir akla terfi etmek…
Görünenden çıkarabildiklerimizin ötesinde, hisle destekli bir karar mekanizmasına sahip olmak. Nedenini anlamasak da hisse güvenmenin önemini hatırlayarak…
Tüm bu kavramlar arasında en sağlıklı formülün Denge olduğunu gözeterek.
Ve dengenin bir unsuru anda kendimiz olduğundan, genel-geçer bir formül olmadığının farkında olarak.
Gerek… Nasıl bir hedef için bir gerekliliktir bunlar?
Sağlıklı bir teslimiyet hali.
Yani akışın sürüklediği her akıntıya kapılmadan, ama önümüze çıkardığı fırsatları da kontrolcü bir dikbaşlılıkla tepmeden. Hangi rüzgarın doğrulduğumuz hedeften uzaklaştıracağını, hangisinin yönelteceğini anda hissederek.
Teslimiyet, hem en kolay varoluş hali, hem de bazen tutturması en zoru.
Bildiğimiz diğer varlıklardan farklı olarak, zahirde insanın kendi iradesine bırakılmış mesele.
Arının kovanı için “ben” demeden kendini feda etmesi, karıncanın canla başla çalışması, kuşların nereye olduğunu bilmeden soğuktan göçü…
Bu onların teslimiyeti değil mi? Kendilerinden vazgeçişleri, aşkları… O’na uyumlanışları, O’nun “emrini yerine getirişleri”. (İngilizce’deki Order kelimesi, hem düzen, hem de emir anlamına geliyor. Bu çifte anlamdaki hikmeti görelim. O’nun emri ile O’nun düzeninin eş anlamlılığını. Böylece ortak noktası olan, Tao ile ifade edilen anlamı bulalım.)
Bu davranışlar onların ibadetleri, hizmetleri değil mi? Yani Allah’ı zikredişleri. Zikrin esas, sözle değil varlıkla olanı ya mesele.
Kendimize, ayrı bir ben olarak yalnız kendi nefsani arzularımıza daha ne kadar hizmet edeceğiz, ruhumuzu aç bıraktığımızı, kalıcı bir iç huzura yaklaşmadığımızı fark etmeden? Her işte olduğu gibi dengeyle, kendimize olduğu kadar çevremize de yaramanın yollarını bulsak.
Hatta etrafımızdaki sayılı kişiyi kapsayan, genişletilmiş bir “ben” olan ‘biz’i de geçip. Çok daha geniş bir ‘ben’ olan, ‘ben’siz bir “O’na hizmet” etmekteki sırrı sonunda kavrasak…
Yani öyle yine ‘ben‘i merkeze alan bir tavırla ‘sevap puanları’ kazanmak için de değil. Anlamasak da, sebebini bilmesek de, sırf O’nun sevdiği şeyi yapmak adına. Bir annenin gözünde çocuğunun çikolata için yaptığı bir işle sırf sevgiden yaptığı arasındaki fark gibi, ‘onu en çok ne sevindirir?‘i gözeterek.
Allah insanı kulluk etmesi, ibadet etmesi için yaratmış.
Yani O’na yaklaşması için.
Cüzi varlığından geçip külli olana varması,
Batındaki “ben”in farkına varması,
Kesretteki vahdeti bulması için
Şahit olunmak için,
Şahit olmak için.
“Yaratılış, kozmik bir kendinden saklambaç oyunu”
Bir yerlerde rastlamıştım bu söze. Hakiki bir şehadetse sobelemek olsa gerek. Yani La İlahe İllallah’ı yalnız zihnimizin kavrayışı ışığında sözlerle değil, bütüncül bir idrak ile, davranışlarımızla, varlığımızla zikretmemiz için.
Kendinin önündeki biricik perdeyse, cüzi “kendim”, yani kesret ilüzyonu. Geçelim artık şu yerlere göklere sığdıramadığımız hayatımızın başrol oyuncusu ‘ben’den de, yaklaşalım esas Ben’e.
“Enel Hak” yani “Ben tanrıyım” hakikatini, bu hakikatle aramızdaki perdeyi bir kat daha sıvamak için kullanan yolumuzdaki haramilere uymaktan uzak duralım.
Yani hakiki bir idrakla bunu söylemenin, küçük ‘ben’in kaprislerini yüceltmek değil, o ‘ben’den ölümü pahasına vazgeçmek anlamına geldiğinin farkına varalım.
Eyvallah neresinde olursak olalım atmosferdeyiz, ama troposferdeyken (atmosferin ilk katmanı) kendimizi ekzosferde (atmosferin en üst katmanı) sanmayalım ki, bulunduğumuz katın koşullarını anlayarak ona göre davranalım. Ki yanılıp hüsrana uğramayalım. Başka bir deyişle, haddimizi bilelim ki uçacağız derken soluksuz kalmayalım.
Kestirme olsun, daha yol sonsuz. Söz veriyor erenler, daha hiç keşfetmediğimiz ne tongalar var, hep aynı sınıfı okuyup durmayalım bari. İnşallah.