“Gezi” bize çok net bir mesaj vermişti hani: “Bu düzeni ancak birleşerek değiştirebiliriz.” O günden beri elimize iki şans geçti ama biz ikisini de değerlendiremedik. Çünkü birleşmenin politik ortamda nasıl yapılacağını henüz algılamış değiliz, hayal kurmaya ve inatlaşmaya devam ediyoruz. 1 Kasım seçimlerinde önümüzde (gene) iki seçenek olacak: Ya kaosun devamı ya da huzura ilk adım.
Ülkenin genel profili
Büyük ve yıkıcı bir savaştan çıkıp 1923’te laik bir Cumhuriyet olarak kurulan Türkiye, dört mevsimi de yaşayabilen, üç tarafı denizlerle çevrili, bereketli topraklara sahip ve bünyesinde farklı birçok ırkı barındıran mozaik yapıda bir ülke.
Türkiye, 1950 yılında henüz hazır olmadığı Demokrasi’ye geçiş yaptığı o günden beri, bazı kısa dönemlik sol hükümetler dışında, sağ görüşlü partiler tarafından yönetildi. Halkın çoğunluğunun henüz bir Rönesans geçirmemiş ve anadilinde yer edinememiş İslam dinine gönülden bağlı olan ülkede, gayrimüslim ailelerin birey sayısını toplam nüfustan düşerek yapılan bir hesaplamaya göre nüfusun yüzde 99’u Müslüman.
Bir imparatorluğun küllerinden yeni ve modern bir ülke yaratabilmiş Türkiye halkı, 1980 sonrası ister istemez korkak ve apolitik bir karaktere bürünmüş, faşist darbecilerin yaptığı Anayasa’yı yüzde 92 oyla kabul etmiş, darbe sonrası getirilmiş hükümetin cazibeli özelleştirme ve modernleşme politikalarını şaşılacak bir hızda benimseyerek kapitalist ve materyalist bir kitleye dönüşmüştür.
Türkiye Devleti bugüne kadar teorik olarak hemen hemen tüm evrensel insan hakları protokollerini imzalamış olsa da, nedense bu düzenlemeleri pratiğe dökerken büyük çelişkiler yaşar. Bugün ülkeyi aydınlatmaya çalışanların fail-i meçhul (!) cinayetlere kurban gitmesi çoktan kanıksanmış, sokakta dolaşan çocukların devlet eliyle öldürülmesi ise fıtrattan sayılmaya başlanmıştır.
Türkiye hem kendi hem de dünya tarihinde ilk ve belki de bir daha tekerrür etmeyecek bir istikrarla 13 yıl gibi uzun bir süredir aynı politik partinin tek başına yönettiği yegane demokratik ülkedir. Ülke bu süreç içinde hapishanerinde en çok gazeteci bulunduran ve kadın cinayetlerinin rekor seviyede arttığı ülke olarak da tarihe geçmiştir. 1987’de Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunda bulunan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, aynı zamanda bu üyelik için en uzun müzakere yapan ülkedir. Ne var ki üyeliği hala kabul edilmemiştir.
Son yıllarda özellikle sosyal medyada kendini daha sesli ifade etmeye ve hafiften politikleşmeye başlayan ülkenin iyi niyetli insanları yetmez ama evetçi olarak bilinen liberaller sayesinde radikal Müslümanlar’ın gerçek Demokrasi’yi kuracağına, akil insanlar denilen diğer bir entelektüel grup sayesinde de 40 yıllık terör örgütünün barışı getireceğine inanmıştır.
Kadının değerinin “cinsel saflığı” ile ölçüldüğü ataerkil aile kültürünün baskın olduğu ve yaş ortalaması 30’un altında olan Türkiye yaklaşık 80 milyon nüfusa sahiptir ve 15 yaş üstü vatandaşlarının, çoğunluğu kadın olmak üzere, 2 milyon 644 bin’i okuma yazma bilmez ve yüzde 30’u sadece ilkokul mezunudur. Yüksekokul veya fakülte bitirenlerin oranı ise sadece yüzde 12’dir. (TÜİK 2014)
Gezi’nin anlamı
Aslında bir parkı yıkılmaktan kurtarmak için başlatılan ama kısa sürede ülkedeki korku duvarının aşılmasına, politikacıların kendilerine çeki düzen vermesine, seçmenlerin politik görüşlerini sorgulamasına, yetmez ama evetçilerin günah çıkarmasına ve en sıkı müttefiklerin birbirine düşmesine vesile olan “Gezi Direnişi” politik arenada henüz müspet bir sonuç verebilmiş değil. Hala karşı çıktığımız o zihniyet tarafından yönetilmekteyiz, güvenliğimiz bu zihniyetin kontrolü altında bulunan kolluk kuvvetleri, adaletimiz ise gene bu zihniyete biat etmiş hukukçular tarafından idare ediliyor.
Evet, Gezi Olayları ve akabinde yaşananlar Türkiye kültürü ve siyasetinde çok keskin ve hızlı değişikliklere yol açtı. Çünkü Gezi Parkı’nda verilen birleşme mesajı; çok mantıklı, empatik, hatta romantikti. Az ya da çok her kesimi bir şekilde etkilemişti. “Karşı çıktığımız bir politik fikir vardı ve birlik olup ondan kurtulabilirdik.” Ne var ki ilk defa bir Türkiyeli bilim insanı Nobel Ödülü kazandığında sorduğumuz ilk soru gene etnik kökeni oldu ve aynı kökene ait olmayanlar bu başarıyla gurur duymadı.
Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi
Muhafazakâr bakış açısı ve hayat tarzı, geleceği temsil etmiyor olabilir ama yaşadığımız ülkenin çoğunluğunun benimsediği hayat biçimi budur. Dindar kimliğiyle öne çıkan, birden gökten zembille inmişçesine bize sunulan, ikinci bir Kemal Derviş travması yaratır mı diye düşündürten “çatı adayı” zamanla kendini seçmene sevdirmeyi becermiş, hatta halk ismini bile telaffuz edebilir hale gelmişti. En azından eğitimli ve sorgulayan bir dindar olarak Çatı Adayı dindar kesimin dindar olmayanlara karşı daha anlayışlı olmasına vesile olabilirdi.
Evet, Ekmeleddin İhsanoğlu özellikle CHP’ye uygun değildi ama rakibiyle karşılaştırınca demokratik bir ülkeye daha çok yakışacak bir adaydı. Ayrıca bu aday sadece CHP seçmenini değil, ülkenin genel düşünce ve kültür yapısı göz önüne alınarak kararlaştırılmıştı. İhtimal bile olsa çatı adayının seçilme şansı vardı ve o ihtimal o günlerde milyonlarca insana güzel bir gelecek umudu vermişti.
Şimdi farzedelim ki birleşme mesajı Gezi’den sonraki ilk seçimde sonuç vermiş olsun: Mesela HDP adayı kazanma ihtimali olmadığı halde sadece partisinin oy oranını görmek için son anda seçime dahil olup oyları bölmemiş, boykotçular “oy verince ne değişecek” ya da “bu ne biçim çatı adayı” dememiş, tatillerini yarıda kesmemiş olanlar otobüse atlayıp ikamet yerlerine gitmiş ve bunların hepsi artık Türkiye siyaset sahnesinde görmek istemedikleri kişinin rakibine oy vermiş olsalardı… Bugünün Türkiyesi gene bugünkü gibi mi olurdu acaba? Bu kadar masum asker, genç ve çocuk ölür müydü? Halk birbirine bu kadar kin besler miydi? IŞİD bu kadar güçlenir miydi? En önemlisi çivisi çıkmış bir ülkede aklına mukayyet olmaya çalışan çaresiz insanlar haline gelir miydik?
Günümüzün Cumhurbaşkanı Ağustos 2014’de seçilmemiş olsaydı, tekrar Başbakan olabilmesinin önünü açan bir kanun çıkartmamış olması durumda, Mart 2015 itibariyle Türkiye siyasi sahnesinden silinmiş ve ülkede yeni bir sayfa açılmış olacaktı. Zira kendisinin, Hükümetin son seçimlerde beklenenin altında oy almasının yarattığı hayal kırıklığıyla birkaç gün ekranlarda görünmemesinin bile ülkenin genel atmosferinin anında değiştiğini hatırlarsak, bu hiç de beklenilmeyecek bir sonuç değil.
Mücadele her zaman sokakta olmaz
Önümüzde görünmesi hiç de zor olmayan bir tablo var: Halk AKP severler ve AKP karşıtları olarak ikiye bölünmüş durumda. AKP severler kendi aralarında uyumlu, birbirlerinin açığını kapatan, hatalarını görmezden gelen bir kitle. Ayrıca baraj aşma gibi bir kaygıları da yok. Ülkenin silahlı güçleri ve kanun adamları da onların yanında ve ayrıca kendilerine ait kapsamlı bir medya ağı olduğu için öz güvenleri oldukça yüksek.
Öte yandan AKP karşıtlarının tek birleştiği nokta AKP’ye karşı olmaları. Bunun dışında herkes kendi ideolojisine sıkı sıkıya bağlı ve ideallerinden ödün vermiyor. Her parti naifçe tek başına iktidar hayalleri kuruyor, sosyal medyadan bolca tehdit savurup meydan okuyor. Yüzde 10 barajını aşma ihtimali olmayan partiler bile 550 vekil adayı çıkartıp, seçim mitingleri düzenliyor. Bunun yanında bir de parti beğenmediği için oyunu kullanmayanlar var.
Ana muhalefet partisi CHP, tabii ki mükemmel değil. Hükümeti seçecek halkın ya da diğer herhangi bir partinin de olmadığı gibi. Fakat CHP Gezi’ye en çok sahip çıkan, direnişe milletvekillerinin kişisel olarak en çok destek verdiği, şiddet söylemimde bulunmayan, her partiyle uzlaşma yolları arayan, mümkün mertebe şeffaf olmaya çalışan; kurucusu Atatürk gibi, ne dini ne de manevi değerleri politik malzeme yapmayan ve en önemlisi halkı ayrıştırmayan bir parti. Daha da önemlisi; AKP yeteri kadar oy kaybettiğinde hükümeti kurabilecek parti.
Elinde olan imkanları beğenmeyip kendini çok daha iyilerine layık görenlere ya şımarık ya da hayalperest denir. Türkiye seçmeninin profili tam olarak nasıl çizilir pek bilinmez ama genel olarak bir akıl tutulması yaşadığı aşikar. Tabii ki; küreselleşmenin gereği bugünkü faşist zihniyet yerini bir gün demokratik ve eşitlikçi anlayışa bırakacak, ancak bu değişim ne kadar gecikirse arkasında bıraktığı tahribatları düzeltmek de o kadar zorlaşacak. Çünkü koltuklarına sıkı sıkıya bağlı bu insanlar giderken götürebildiği kadar götürecek, zarar verebildiğince verecek.
Doğanın yeşili ile Dolar’ın yeşilini birbirine karıştıran, gençler yerine betona yatırım yapan, IŞİD’i en fazla örgüt olarak tanımlayıp Berkin’i terörist ilan eden zihniyet bir kez daha kazanırsa Gezi ile başlatılan değişim zayi edilmiş olacak. Ülkenin yarısının “devrim” diye tanımladığı Gezi Direnişi’ni gerçekleştiren o gençlerin başka ortak bir söylemi daha vardı: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”. Mücadele her zaman sokakta olmaz, bazen de oy sandığında netice verir.
Hiç bir zafer gâye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan gâyeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Gâye, fikirdir. Zafer, bir fikrin istihsâline (elde edilmesine) hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin istihsâline dayanmayan bir zafer pâyidar olamaz (yaşayamaz). O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem (dünya) doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına bir zafer, boşa gitmiş bir gayret olur.
— Mustafa Kemal Atatürk