“Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklardır ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır.”
Oğuz Atay’ın ifadesi ile herkesin ‘tutunmak’ istediği ülkemizde, tutunamamak bir tercih olmaktan çıkarıldı. Reel hayattan bizleri uzaklaştıran erk, kendi iç dünyamızda yaşamamızı, gerçekten var olup olmadığımızı unutmamızı, belirsiz bir dün ve onun yansımasında ‘Rüya’ kandırmacasını yaşadığımıza inanmamızı istiyor.
Bu ülkede barış, özgürlük, kardeşlik istemek; emeğin ve alın terinin hakkının peşine düşmek; yazmak, üretmek, düşünmek; aşkın peşine düşmek tutunamayan olduğunuzun en kesin kanıtıdır. Hapse girersin, ülkenden sürgün edilirsin, olmadı bombalar yağar üstüne!
Tutunamayanlar
Oğuz Atay, Tutunamayanlar adlı romanının 1970 TRT “Sanat Ödülleri” yarışmasında başarı ödülü kazanmasıyla dikkatleri çeker. Öykü ve romanlarında kent karmaşasını, bu karmaşa içindeki aydının dramını, modern edebiyat tekniklerinden ve değişik anlatım biçimlerinden yararlanarak mizahi bir anlatımın ağır bastığı ayrıntılara inen bir tutumla yansıtmaya çalıştı.
Batı edebiyatında on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında eser veren M. Proust, H. James, J. Conrad gibi yazarlar, klasik gerçekçi roman anlayışına benzemeyen yeni bir roman çığırının önde gelen isimleri oldular. Daha sonra modernist adı verilen J. Joyce, F. Kafka, V. Wolf, W. Faulkner gibi yazarlar bu çığırı geliştirirler. Bu yazarların ortak özellikleri; sosyal hayattaki ilerlemelere, insanlar arası ilişkilere, dış dünyaya, on dokuzuncu yüzyılın realist romancılarının baktıkları gibi yaklaşmamaları; aksine insanın iç dünyasına, karmaşık bilinç yapısına eğilmeleridir. Buna bağlı olarak klasik romanın yapısı bu romancılarda yerini olay örgüsünden sıyrılmaya çalışan, iç dünyanın ve bilincin simge, ritim ve bakış açısı gibi özelliklerini esas alan bir anlayışa bırakır.
Dönemin nihilist akımı doğrultusunda insan hayatının ve bütünüyle varlığın sorgulanması, geleneğe bağlı değerlere karşı tavır alınması, yerleşik edebiyat anlayışlarına da yansır. Böylece birey merkezli, bireyi anlamlı ve değerli ya da anlamsız ve değersiz bulan bir bakış açısı kendisini romanda da gösterir.
Bu modern ya da modernist yaklaşımları romanlarında işleyen Türk yazarlarından öne çıkan tek isim Oğuz Atay’dır.
Oğuz Atay’ın romanlarında insan bilincini ve bilinçaltını çarpıcı bir biçimde sergilediğini söyleyebiliriz. Kişi içine düştüğü sosyal çıkmazdan kurtulmaya çalışmadan önce kendi benliğini sorgular; kimliğini tespite çalışır. Çünkü yazar, kendisini bulamamış bireyin toplum problemlerine çözüm bulamayacağını düşünür.
Orhan Pamuk, Öteki Renkler kitabında Oğuz Atay’ı değerlendirirken “Modern cumhuriyet kültürü ve onun kalemşörleri aydınları hep devletin emrine sokmaya çalışmıştır. Devletin emrine girmeyen aydının da köksüz olduğunu, buraya ait olmadığını söylemiştir. Memleketin sorunlarından devletten bağımsız yazan çizen düşünen aydın sorumlu tutulmuştur. Yakup Kadri bile Yaban’da köyün durumu nedeniyle aydınları suçlar. Sanki köyün sorunları binlerce yıllık geleneğin sonucu değil de, değişik kitaplar okuyan muhalif aydınların suçudur. İşte bu devletin emrine girmeyen aydınları suçlama geleneği, aydınları insan olarak görmemeyi de beraberinde getirdi. Oğuz Atay’ın birinci başarısı, aydınları insan olarak görmesidir” tespiti ile gerçek aydınlanmanın ve özgür düşüncenin Oğuz Atay ekolünde saklı olduğunu belirtir.
Pakize Kutlu’nun Oğuz Atay‘la yapmış olduğu Yeni Ortam’da 30 Eylül 1972 tarihindeki röportajda, Tutunamayanlar’dan Selim Işık ve Turgut Özben kimdir sorusuna, yazarın yanıtı:
Selim Işık, birçok tutunamayanın bileşkesidir. İntihar eden bir arkadaşım, Ural var; ama bütünüyle Selim Işık o kadar değil. Belki ben varım (bu cümleyi yazmayın). Adlarını yazmanın sakıncalı olduğu birçok arkadaşım var. Herkesin “tutunan” olmak istediği bir ülkede tutunamayanlığı seçen Selim Işık’la yakınlığının olması birçok kimseye dokunur diye onların adlarını saymak istemiyorum. Selim öldü. Selimlik de ölmüştür. Başarının insanı sevimsizleştirdiğini yazmıştım bir yerde; fakat tutunamayanlığın sevimliliğine de kimsenin yanaşmadığını görüyorum. Neden yanaşsınlar? Bir arkadaşımın dediğine göre, ben romanda herkesi bir bakıma tutunamayanlığa çağırıyormuşum. Henüz bir karşılık alamadım.
Turgut Özben’in durumu farklı bir bakıma. Turgut, bütün çabasına rağmen tutunamıyor. Bu açıdan Selim kadar akıllı değil. Belki de Turgut, bir kişinin, bir tutunamayanlar prensinin ortaya çıkarak, hepsi adına sonuna kadar dayanmasını istediği için kata, arabaya ve küçük burjuva nimetlerine boş verip tutunamamayı seçiyor. Selim’le birlikte Selim öldükten sonra yola çıkıyor. Son olarak bir trende görmüşler onu. Belki yolculuğu bitmemiştir daha” olacaktır.
Tutunamayanlar romanını dili kimilerine göre özensiz kimlerine göre savruktur ama bu iki yorum da modern akımı bilmeyenler tarafından yapılır. Modern edebi akım bilinç akışı yöntemini, kişinin beyninin bir şey ile ilgilenirken aynı anda başka şeyler de düşündüğünü bildirerek, yazarın bu durumu eserine yansıtması olarak kullanır. Yani aynı anda birkaç düşünceyi ve onun ardından gelecek onlarca andan söz edebiliriz. Bu halde cümlelerin savruk olmaması doğaldır:
– Hadi gidelim Olric…
– Nereye efendimiz?
– O’na Olric…
– O artık başkasıyla efendimiz…
– Olsun, onun mutlu olduğunu uzaktan izlemekte bize yeter Olric.
Oğuz Atay’ın romanlarındaki merkez kahramanlar, genellikle yazarın kendi döneminin ya da bir önceki neslin şehirli aydınları arasından seçilmiştir. Onun romanlarında genellikle diyalektik bir yapı söz konusu olduğu için bahsi edilen kahramanlar da yozlaşmış evlilik kurumu, bürokrasi ve çarpık eğitimle birlikte verilir. Fakat bu zıtlıklar somut olaylarla işlenmek yerine, bireyin iç dünyasında soyut bir seviyede verilir. Bu sebeple yazar, bireyin iç dünyasındaki bu gelişmeleri verebilmek için çağdaş romanın sıklıkla kullandığı bilinç akımı tekniğine başvurur. Yazar, bu tekniğin sağladığı olanakla merkezdeki kahramanın iç dünyasındaki çatışmaları, duyguları, düşünceleri ve anıları okuyucunun gözleri önüne serer:
– Biliyor musun Olric?
– Neyi efendimiz?
– Onunla ne zaman lades oynasak hep o kazandı.
– Neden efendimiz?
– Kalbimdeyken nasıl aklımda derdim Olric ?
Oğuz Atay’ın yaşadığı hayata tutunamamış, reel hayattan uzaklaşmış ve kendi iç dünyasında yaşayan kahramanların gerçekten var olup olmadıkları belirsizdir. Yazar, bu kahramanların varlığını bilerek belirsiz kılar. Kendilerini maddi hayattan ve bu çerçevede biçimlenmiş ilişkiler yumağından uzak tutan merkez kahramanların hemen hemen fizikî özelliklerine yer verilmez. Onlar kendi hayali dünyalarında yaşadıkları için, yazar bunları daha çok iç dünyalarıyla verir. Çünkü onların var oluşları dışlarıyla ilgili değil, iç dünyalarına bağlı bir durumdur.
Diğer taraftan bu merkez kahramanların karşısında yer alan, diğer bir anlamda tutunan, sistematize olmuş, uyumlu hale gelmiş kahramanlar, fiziki özellikleri bakımından ayrıntılı bir şekilde verilirler. Bir öncekilerin varlıklarındaki şüphe, bunlarda birer gerçek varlık sanısına dönüşür. Oğuz Atay, kahramanlarını yaratırken onlara yüklediği önemli bir özellik de “oyun” olgusudur. Çevresi ile derin uçurumlar bulunan merkezdeki aydın kahraman, tutunabilmek için bilinçli ya da bilinçsiz olarak “rol” yapar. Bir anlamda rol ve oyun kahramanların toplumun yerleşik düzeni içindeki hayatlarını simgeler durumdadır.
-Biz ihaneti çocukken öğrendik Olric?
-Nasıl yani efendimiz?
-O kimseye vermediğimiz oyuncağı; yenisi geldiğinde bir köşeye fırlatarak!..