Çok hızlı gelişen askeri ve güvenlik teknolojileri, propaganda taktikleri ve özellikle medyanın etkisiyle artık hepimiz “Devlet tarafından sürekli gözlenen, medya tarafından fikirleri belirlenen ve savaş ile terör korkusu ile güdülen” bireyleriz.
George Orwell, ‘1984’ isimli romanını kaleme aldığında takvimler 1948 yılını gösteriyordu. 100 milyondan fazla askerin katıldığı ve yaklaşık 50 milyon kişinin öldüğü dünya tarihinin en büyük ve en kanlı savaşı henüz bitmişti. Hitler ve Stalin gibi büyük diktatörlerin uygulamalarına şahitlik eden Orwell, her türlü totaliter sistemi eleştiren eseri 1984’ü yazdı.
Her ne kadar kitabın Sovyetler’deki Stalin rejiminin sert bir eleştirisi olduğu düşünülse de, aslında Orwell’in göstermeye çalıştığı her türlü totaliter rejimin gelebileceği nokta idi. Orwell, 1984’ü yazma amacını şu ifadelerle açıklamıştı:
“Kitabım hiç bir zaman sosyalizmin ya da İngiliz İşçi Partisi’nin politikalarının karşısında olmadı. Ben sadece komünizm ve faşizmin içinde daha önce fark ettiğim sapkınlıkları göstermeye çalıştım. Kitabın Britanya’da geçmesi ve İngilizce konuşan bir halkın, içinde bulunduğu durumu vurgulamak istemem ise totaliter rejimlerin karşı çıkılmadıklarında herhangi bir ülkede, hiç tahmin etmeyeceğiniz yerlerde ortaya çıkabileceğini düşünmemdendir.”
Bugün, Orwell’in 1984’ünü mü yaşıyoruz?
Yazıldığı dönemde bir distopya (ütopya’nın karşıtı olarak kullanılır. Distopik bir toplum otoriter – totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.) yani geleceğe dair karanlık bir kurgu olarak nitelensede; günümüzde Orwell’in 1984’ünden çok da uzakta olduğumuz söylenemez. Çok hızlı bir şekilde gelişen askeri ve güvenlik teknolojileri, propaganda taktikleri ve özellikle medyanın (yazılı basın, televizyon ve özellikle sosyal medya) etkisi ile artık hepimiz “Devlet tarafından sürekli gözlenen, medya tarafından fikirleri belirlenen, savaş ve terör korkusu ile güdülen” bireyleriz.
Sürekli izleniyoruz
Sabah işimize giderken, kapıdan çıktığımız andan itibaren bizi izlemeye başlayan güvenlik kameraları, iş yerimizde, arkadaşlarımızla buluştuğumuz kafede, alışveriş merkezlerinde, sevgilimizle buluştuğumuz parkta dahi izlemeye devam etmektedir. Kişilerin güvenliğini sağlama amaçlı olarak kurulan bu kameralar, özel yaşam/kamu yaşamı ayrımını yerle bir etmektedir. İnsanlara özel yaşam alanı olarak sadece evlerinin içleri kalmakta, devlet gerekli görürse keyfi olarak telefonlarınızı dinleyebileceğini, makul şüphe ile evinizi arayabileceğini söyleyerek o alana da müdahale etmektedir.
Kredi kartlarınızdan yaptığınız her alışverişin takip edildiği, cep telefonu sinyaliniz sayesinde nerede olduğunuzun her an bilindiği, yüz tanıma sistemi ile çalışan güvenlik kameraları ile her hareketinizin gözlenebildiği bir dünya Orwell’in distopyasından hiç de uzak değildir. Üstelik Orwell, teknolojinin bu kadar hızlı gelişebileceğini öngöremişti, görmüş olsa idi, çok daha radikal eleştirilerde bulunabilirdi belki…
Medya artık Orwell’in tasarladığı gibi sadece basılı yayın ve TV’ler üzerinden kitlelere yön vermekle kalmamakta, aynı zamanda cep telefonları, kişisel bilgisayarlar, internet ve sosyal medya sayesinde insanları her saniye maniple edebilmektedir.
Rıza imalatı nedir?
Hiçbir iktidar yalnızca fiziksel güç (polis, hapishane vb) uygulayarak ayakta kalamaz; fiziksel güç ile belki bir süre insanların boyun eğmesini sağlayabilir ama ayakta kalmak istiyorsa kendi düşünme biçimini ve dünya görüşünü kitlelere benimsetmek zorundadır. Buna siyaset felsefesinde rıza imalatı denir. Medya, okul, din gibi toplumsal kurumlar iktidarın söyleminin kitlelere benimsetilmesi görevini görürler. Bu söylemi benimseyen kitleler artık her olaya, her soruna iktidarın bakış açısı ile bakarlar. Bu onlara normal ve sağduyulu olarak gelir. Rıza imalatının günümüzde en aktif oyuncusu olan medyanın işi, sadece gazetelerin ve TV’lerin olduğu döneme göre kat kat daha kolaydır.
Korku toplumu neden ve nasıl yaratılır?
Totaliter iktidarların en büyük oyunu ise korku toplumu yaratmaktır. İktidarlar, sürekli olarak iç ve dış düşmanlarımız var algısı yaratarak, halka güçlü, otoriter, herkesi koruyabilecek bir iktidar imajı vermektedir. Aynı zamanda bu sayede demokrasi, özgürlük, adalet gibi kavramlar, insanların güvenliği bahane edilerek rahatça ihlal edilebilmektedir.
Hayatlarının sürekli tehdit altında olduğunu düşünen insanlar için diğer toplumsal değerler göz ardı edilebilir hale gelmektedir. İktidarlar özellikle içte hayali düşmanlar yaratarak, kendi yaptığı her türlü ihlali, her türlü hatayı ve olumsuzluğu bu düşmanlara yükleyebilmekte, kendini aklayabilmektedir. Ülkemizde de sık sık ilan edilen olağanüstü haller sırasında yapılan insanların özgürlüklerinin ve yaşam haklarının ihlal edilmesi, muhalif görüşlerini dile getirmek için bir araya gelen her gruba terörist damgasının yapıştırılarak, devletin şiddetinin haklı gösterilmesi hepimizin her gün yaşadığı durumlardır.
1984’te Orwell, herkesin birbirini ispiyonlamaya teşvik edildiği bir dünya kurgulamıştı. Bugün bu durum artık bizim ülkemiz için de geçerlidir. Muhtarlara insanları gözetleme görevi verilmesi, telefon ihbar katlarının açılması ve para ödülü konması gibi… Aslında bu totaliter her iktidarın öyle ya da böyle yaptığı bir uygulamadır. Amaç, komşuyu komşuya düşman etmektir; eğer en yakınınızdaki insanların dahi sizi ispiyonlayacağını düşünürseniz hiç kimse ile düşüncelerinizi paylaşamazsınız.
Bir ülkenin özgürlüğü, o ülkenin meydanlarında gizlidir. Demokrasiler meydanlarda şekillenir.
Her birey radikal bir şekilde kendi kabuğuna çekilir, böylece insanlar bir araya gelmez, muhalif fikirler yükselemez. Totaliter iktidarlar, insanların bir araya gelmesinden korkarlar; o yüzden bir ülkenin özgürlüğü, o ülkenin meydanlarında gizlidir. Meydanlar Antik Yunan’dan beri insanların bir araya geldiği, fikirlerini, hayat tarzlarını ortaya koydukları yerlerdir. Demokrasiler meydanlarda şekillenir. O yüzden totaliter iktidarlar, ilkin ‘meydanları’ kontrol etmek isterler, çoğunlukla da yok ederler.
Taksim Meydanı’nın kapatılması, tüm gösterilerin tek bir noktada olmasının zorunlu tutulması, ülkemizde yaşanan bu uygulamalardan yalnızca biridir. Orwell’in yaptığı en isabetli saptamalardan bir diğerleri de; dilin değiştirilmesi ve bu sayede dilin daraltılarak düşüncenin daraltılmaya çalışılması ve çift-düşün prensibinin benimsetilerek kavramların içinin boşaltılmasıdır. Mesela; “Barış için savaşıyoruz, yaşam hakkını korumak için öldürüyoruz” gibi söylemler… Topluma iktidarın bu söylemleri benimsetilerek iktidarın her yaptığı ‘olağan’ gösterilebilmektedir.
“İktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlak yozlaşır.”
Orwell 1984’ü yazarken totaliter bir iktidarın eğer engellenmezse gelebileceği noktayı göstermek istemişti. O ünlü sözü tekrarlayacak olursak; “İktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlak yozlaşır.” Her iktidar, yapısı gereği zaten yozlaşmaya müsaittir, ama tek adam iktidarına dayalı, denetim mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı, elinde tuttuğu fiziksel güç (polis, asker, hukuk) ile halkı tamamen boyun eğdirebilen ve özellikle aslında bağımsız olması gereken medya gibi kurumları ele geçirerek kitlelerin algılarını yönetebilen bir iktidarın yozlaşmaması imkansızdır. O halde halkın iktidara kimin geldiğinden daha çok, iktidarın sınırları konusu ile ilgilenmesi gerekir. Aksi takdirde her kim seçilirse seçilsin, halk için sonuç farklı olmayacaktır.