Ben İnsan (1)

Her insan ilk kez farklı uyanır o sabah yatağından…

Sanki daha öncesi hiç aynı yatakta uyanmamış gibi…

İlle de o sabah, o gün daha bir farklıdır…

Evrendeki her şeyi hem ilk kez görür gibi hem de her şeyi çok uzunca bir zamandır tanıyormuşsunuz gibi işte…

ben insan

Bir sabah, bu dünyaya bir başka gezegenden gelmiş gibi uyanır insan…

Belki yatakta, belki bir sokak kaldırımında belki de bir tren yolculuğunda. O an uyanır ilk kez insan hayata, yalnızca tek bir anda uyanır insan…

Belki siz de hatırladınız belki de hiç düşünmediniz bile bunu yaşamınızda fakat mutlaka yaşadınız…


Neyi mi? O zaman işe kendimden başlayayım anlatmaya…

3 yaşındayım, yaşam bu andan başladı bu sabah. Peki, ya öncesi?

Çocukluk amnezisi diyorlar buna. Bir çeşit hafıza kaybı diğer anlamıyla…

Hayat sahnesinde ben de varmışım dediğim, ilk an gözlerimi açtığımda o ilk uyanışımda gözlerimin ilk gördüğü bir çift kırmızı ayakkabı ve bacaklarıma bakıyorum aşağıdan yukarı şöyle bir süzüyorum kendimi ben kimim dercesine… Bir çift kırmızı ayakkabı uçlarından boyası atmış biraz da. Belli ki epey yol almışım onlarla, az çekmemiş yükümü… Ve üzerimde yine kırmızı renkte triko bir tulum…


Az önce bir tren yolunun üzerinden yürüyerek geçmişiz… Geçmişiz dedim çünkü yanımda hayatımdaki ilk tanıdığım, bugün de hala bir numara olma hakkını kendine özel ayırmış, yüreğimin en güzel köşesinde yerini almış çok güzel bir kadın duruyor… Annem… Bu kadın sanırım benim annem diyorum hemen küçücük beynimle. Üzerinde gülkurusu bir takım elbise, üstelik eşarbı da takımının renginde… Canım annem… Ne güzel ne değerli bir varlıktır insan yaşamında, ne asildir adının telaffuzu bile… Mevsim yaz, belli ki bir yere gidiyoruz telaşlı. Hem nereye gittiğimizin ne önemi var ki ellerimden tutan annem olduktan sonra?

ben insan ilk

Hava sıcak, mevsim hala yaz… Sonra ilk bakışımda portresini beynime hemen kopyaladığım bir adam görüyorum. İspanyol paça bir pantolon giymiş üstelik devrimci Stalin bıyıkları da var! Aman Allah’ım o da ne? Denizler görse maviliğinden utanır gözlerini… Vay be ne de yakışıklı bir adam! Evet. Bu adam benim babam olmalı diye düşünüyorum. Onu ilk fark edişimde, annemi daha iyi bir anlıyorum o andan itibaren… Bu yakışıklıya kim olsa hayır diyemezdi diyorum çocuk aklımla. Onu ilk buzdolabın önünde yakalıyorum. Hazır da yakalamışken başlıyorum o ilk merakımla ve sanki yanıtını alınca dünyası aydınlanacak Buda misali çocukça ama bir büyük edasındaki çoktan seçmeli sorularıma. Sonra babamla sohbetlere başlıyoruz süreçte kısa anlardan da oluşsa… Sorduğum sorularıma cevap vermeye daha fazla gönlü yok belli ki hem 3 yaşındayım ve inatçıyım işte. Özerk olacağım ya işin sonunda. Ama belli ki karşımdaki adam benden daha inatçı ki kovuluyorum kibarca… Tamam, anlaşıldı bu bay otoriteryen! Evet, kırmızı pabuçlu kız, sen hemen oradan bir güzel yaylan… Hem adam haklı her şey de sorulmaz ki! Anlatılamayacak konular da var çocuğa… Hem çocuk çocuktur! Nereden düşünür, nasıl akıl eder de sorar bu sorulamaz soruları? Belki de baba da olsa O’nda yoktur yanıtı sorularının…

Vakit akşam…


Kırmızı pabuçlarına bakıyor bu küçük ama soruları büyük kız. Etraf sessiz, evde kimse yok o gün anlaşılan. Beş basamaklı ahşap bir merdiven duruyor karşıda. Hemen çöküyor ikinci basamağa yorulmuş bir çift kırmızı ayakkabı ile… Aklında cevaplanamayan, bir yığın, sorulmaması gereken sorular…

Ve hava sıcak, mevsim hala yaz…


 

 

Filiz Hallıoğlu
Filiz HALLIOĞLU 1977 İzmir Ödemiş doğumlu. Kendini tanımaya başladığında 5-6 yaşlarındaydı. Okulunu çok seven, dış’a göre başarılı ama kendini hep tanımak adına zaman zaman zorlayan bir öğrenci ve ailenin ikinci çocuğu olmasına rağmen doğuştan olgun olduğuna inanılan bir anlayışta geçti çocuk yılları. Sonrasında, kitaplarıyla keşfettiği kendi dünyasını kimse ile değişmediği bir yaşamı seçti...