Bugün kadınların Türkiye’deki en büyük sorunları ne? Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede araştırmalar, rakamlar, veriler ne söylüyor? Sivil Toplum Örgütleri’nin eleştirileri ne? Hukuki ve sosyal mücadele dışında psikolojinin de şiddeti ortadan kaldırmaya yönelik çözüm önerileri var mı? Dahası, katledilenlerin yakınları tüm bu mücadelenin neresinde?
Dominik Cumhuriyeti bundan tam 55 yıl önce tarihi bir olaya tanıklık etti. O olay yaşandığında Rafael Trujillo iktidardaydı. Son 30 yıldır ülkeyi demir yumrukla yöneten Trujillo muhaliflerini susturuyor, susturmakla kalmıyor orduda öğrendiklerini de uyguluyor yani öldürüyordu. Öyle ki; yönetimi boyunca en az 50 bin insan katledilmişti. Ülkedeki dağların, nehirlerin, caddelerin adını kendi adıyla değiştirecek kadar narsisti. Bir diktatörün ruh haline yaraşacak birçok özelliğe sahipti. Acımasız ve tahammülsüzdü.
Latin Amerika tarihinin en kanlı diktatörlerinden birini devirmek için ise üç genç kadının ortaya çıkması gerekti. Hayır, darbeyle filan değil, uğruna hayatlarını feda ederek… Minerva, Maria ve Patria yani Mirabal kız kardeşler başaracaktı bunu. Diktatörlüğe karşı savaşmak için parti kurdular. Her yerde Trujillo’yu eleştirdiler. Otoriteye açıkça karşı çıkmanın bedelini ölerek ödediler. Diktatörün askerleri onlara tecavüz edip öldürdükten sonra yaşanan tüm pisliğe trafik kazası süsü vermeye çalışsa da, tarih doğrulardan bahsetti. Politik bir cinayete kurban giden Mirabal kız kardeşlerin adı, yıllar içinde kadına yönelik şiddete karşı mücadelede sembole dönüştü.
Bir yıl sonra diktatör devrildi, 1999’da ise Birleşmiş Milletler, bu üç genç kadının anısından hareketle 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak tanıdı. Minerva’nın kızı Minou’ya göre annesi ile teyzelerinin verdiği mücadele şiddeti sona erdirmek için farkındalık yaratmayı sağladı. Ancak aradan neredeyse yarım asır geçse de, kadınlar dünyanın her yerinde hala ayrımcılığa uğruyor, baskı görüyor, şiddetle karşı karşıya kalıyor ve öldürülüyor.
Peki, bugün kadınların Türkiye’deki en büyük sorunları ne? Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede araştırmalar, rakamlar, veriler ne söylüyor? Sivil Toplum Örgütleri’nin eleştirileri ne? Hukuki ve sosyal mücadele dışında psikolojinin de şiddeti ortadan kaldırmaya yönelik çözüm önerileri var mı? Dahası, katledilenlerin yakınları tüm bu mücadelenin neresinde?
Tüm bu soruların cevabı için şimdi biraz vakit ayırmanın zamanı.
Beş yılda 1134 kadın…
Acı haber bu kez Mersin’den gelmişti. Cinayetin ayrıntıları ortaya çıktıkça herkes olan bitene şaşıp kalıyordu. Hâlbuki daha önce de benzer vakalar yaşanmıştı. Bu kez farklı olan tepkinin her zamankine göre daha kısa sürede büyüyüp çığ gibi yayılmasıydı. 2015 Şubat’ında Özgecan Arslan’ın katledilişiyle sarsılan Türkiye’nin dört bir yanında kadın cinayetlerine karşı eylemler düzenlendi. Bir nevi öfke patlaması yaşandı. Ancak Özgecan bu ülke için ne ilk ne sondu. Tıpkı yıllardır kurulan bu sıkıcı cümlenin son olmadığı gibi. Kadına yönelik şiddet maalesef sürüyor. Hemen her gün bir başka haber, bir başka ülke gerçeği ile karşılaşılıyor. Cinayet bahaneleri arasında “yeni elbise almak”, “patates-köfte yapmamak”, “tuzluğu uzatmamak”, “saçları kızıla boyamak” hatta sadece “gıcık olmak” gibi gerekçelerin öne sürülebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Mahkemelerden çıkan kararlar da en az o gerekçeler kadar yüz kızartıcı. Örneğin 16 bıçak darbesiyle öldürülen bir kadının katili için “Cinayeti aşırı sevgiden kaynaklı duygusallığın etkisi ile işledi” denilebiliyor. Ya da başına taşla vurulan ve tecavüz edilerek öldürülen bir kadının katili bu ülkede “saygın tutum” indirimi alabiliyor. Aynı mahkemeler bir kadını hortumla dövüp tecavüz eden bir adama beraat verebiliyor.
Gerçek şu ki; Türkiye’de her gün ortalama beş kadın erkekler tarafından öldürülüyor. Rakamlar ürkütücü, belki şu anda bile bir nefret cinayeti işleniyor! Kadın cinayetleri 2002-2009 yılları arasında yüzde bin 400 arttı. Adalet Bakanlığı tarafından açıklanan verilere göre 2002’de öldürülen kadın sayısı 66’yken bu rakam 2007’de bin 11’i buldu. Verilerin devamından bahsetmek ise zor… Çünkü Bakanlık uzun süredir Bilgi Edinme Hakkı Kanunu dâhil sorulara cevap vermiyor. Ama sivil toplum kendi çabalarıyla izliyor cinayetleri. Son beş yıl içinde en az bin 134 kadının öldürüldüğünün medyada yayımlanan haberler üzerinden tespiti gibi.
Türkiye, 142 ülke içinde 125. Sırada
Türkiye’de kadınlar eğitimden hala yeteri kadar pay alamıyor, siyasette hala yeteri kadar temsil şansı bulamıyor, metalaştırılıyor, ötekileştiriliyor. Ve şiddet hemen her yerde kadının karşısına dikiliyor. Anayasa, Türk Medeni Kanunu, İş Kanunu ve Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikler ise kadının toplum içindeki konumunu da, şiddetle olan yazgısını da değiştirmeye yetmiyor. Yazgı; çünkü hukuk işi kimi zaman kaderin ellerine teslim edebiliyor bu ülkede. Kadının toplumsal cinsiyet eşitliğinde hak ettiği noktaya ulaşması için ise devletin sivil toplum örgütlerine de ihtiyacı var. Hem de fazlasıyla… Öyle ki; Dünya Ekonomik Forumu’nun 2014’de yaptığı araştırmaya göre Türkiye, 142 ülke arasında 125’inci sırada. Yani BAE, Katar, Bahreyn gibi kadının yerinin fazlasıyla “meçhul” olduğu Müslüman ülkelerin bile altında. Kadın cinayetleri lanetleniyor lanetlenmesine ama karanlık tablo maalesef bir fasit daireye dönüşmüş durumda. Gerçekleri görmek ve daha sağlam bir özeleştiri mekanizması geliştirmek için sivil toplum bu yüzden hayati role sahip.
Kadınlar kurumlara başvuruyor ama…
Türkiye’de erkek şiddetiyle mücadele eden birçok sivil toplum örgütü var. Onlardan biri de 1990’dan beri faaliyetlerine gönüllü devam eden Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı. Mor Çatı, her yıl Türkiye’de kadının daha doğrusu erkek şiddetinin fotoğrafını çekiyor. 2015’in ilk altı ayına göre kadınlara en çok şiddet uygulayanlar eşler, eski eşler ve erkek arkadaşlar. Ve bu tespitteki aktörler genelde değişmiyor. Şiddet ise sadece fiziksel olmuyor. Psikolojik, ekonomik, dijital ve tabi cinsel şiddet de kadınları güç durumda bırakıyor.
Mor Çatı’dan aktivist Açelya Uçan‘a göre Türkiye’de cinsel şiddete dair suçlarda çok ciddi bir ikiyüzlülük yaşanıyor. Uçan, “Genç kadınların maruz kaldıkları cinsel şiddetten sonra başvurdukları ilk kurum ya da ilk kişiden itibaren ne yaşadıklarına dönüp bakmak lazım. Hangi kadın karakola gittiğinde ve cinsel şiddete maruz kaldığını söylediğinde sorgulama yaşamak zorunda kalmıyor? Hangi kadın bir savcıya ifade verdiğinde savcının cinsiyetçi ifadelerine maruz kalmıyor? Bu ülkede ‘Evlilik içi tecavüz yok ki” diyen savcılar var” diyerek işleyişin boyutunu ortaya koyuyor.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu da Mor Çatı gibi, erkek şiddetinin takipçisi. Platform temsilcisi Gülsüm Kav; Türkiye’de adalet sisteminin erkeği kolladığını, kadını her seferinde daha zor durumda bıraktığını düşünenlerden… Hatta mevcut ceza kanununun “adam öldürme” diye tarif edilmesinin bile trajikomik olduğu kanısında. Sistem cinayetlerde kişinin ağırlaştırılmış müebbet ve ağır ceza almasına imkân tanıyor ama, ama ile başlayan her cümlenin devamı da var: “Ama bunun için tasarlanmış olması, canavarca ve eziyet çekerek olması gerekiyor. Bu hâkim ve savcıların keyfiyetine bırakıldığında ne yazık ki yargımız daha çok erkek lehine davranıyor. Erkek şiddetini aklamak eğiliminde olabiliyor. Ve üst sınırdan ceza vermiyor. Dediğimiz, üzerine konuştuğumuz en çok bilineni iyi hal, haksız tahrik olan indirimleri uyguluyor. Kendi elleriyle öldürüp toprağın altına koyduğu kadın kardeşimiz hakkında onun faili olan kişi istediği gibi konuşabiliyor. Neden? Sırf ceza kanununda o indirim olabildiği için. Bu olgu bile başlı başına bir insanlık ayıbı.”
“Neden oradaydın? Ney giydin? Ne yapıyordun?”
Maalesef Türkiye’de birçok kadın başlıktaki sorulara yabancı değil. Mor Çatı’dan Avukat Ceren Akkaya tam da bu meseleden yani kadınların adli süreç boyunca yaşadığı hor görülme ve suçlanmadan bahsediyor:
“Kadınların en fazla yaşadığı şey aslında orada suçlanma korkusu, o yargılayıcı tavırlar. Bizim bu döngüde karakolda başlayan, savcılığa ve mahkemeye taşınan bu süreçte aslında kadın olarak en fazla karşılaştığımız şey belki de bu yargılanma korkusu. Sizin mağduriyetiniz bir kenara, olay sırasında ne yaptığınız tartışılıyor.”
Kadınların giyimi, yaşam tarzı gibi müdahaleler de bu sürece dâhil. Kadın örgütlerine göre ise bu anlayışı değiştirmek için önce karşı karşıya kalınan sorunun adının değiştirilmesi gerekiyor. Uzun yıllardır kadına karşı şiddetle mücadelenin içinde olan Açelya Uçan, yaşananların adı “erkek şiddeti” aslında diyor. Sadece o değil birçok sivil toplum kuruluşu benzer düşünüyor. Nasıl sığınma evi ifadesi yerine devlet kurumlarının kullandığı konuk evi ifadesi hatalı görülüyorsa, bunun için de benzer bir durum geçerli: “Biz erkek şiddeti diyoruz. Çünkü kadınlara ve çocuklara şiddet uygulayanlar erkekler. Tam da buradan yola çıkarak erkek şiddeti demenin yani faili işaret etmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Kadınlar hep başarısızlık hikâyeleri duyuyor. Yani şiddetten uzaklaşmak isteyen kadınların her zaman öldürüldüğü, 6284 sayılı kanunun hiçbir zaman işlemediği, kadınlar ne yaparsa yapsın şiddetten uzaklaşamayacakları bir manzara çiziliyor. Hiçbir zaman kadınların şiddetten uzaklaşma hikâyeleri, kadınların o şiddet yaşantısı içinde başardıkları üzerine odaklanılmıyor.”
İçinden “İstanbul” geçen sözleşme…
Kadınların başardıkları üzerine odaklanmak gerekiyor. Tabi odaklanılması gereken bir başka önemli mesele içinde İstanbul’un geçtiği bir sözleşme. “İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı kadınlar ölmezdi, sözleşme uygulansaydı kadının toplumdaki yeri çok daha iyi olurdu” Buna benzer birçok yakınma işitiliyor kadın örgütlerinde, STK’ların bildirilerinde, eylemlerde taşınan dövizlerin hemen üstünde… Peki, nedir bu İstanbul Sözleşmesi? Neyi amaçlıyor ve neden adı İstanbul?
Aslında iki cümleyle özetlemek mümkün değil ama niyetini ve yaratacağı etkiyi belli etmek olası. İstanbul Sözleşmesi odağına şiddetin bütün boyutlarını almış olan son derece eksiksiz bir sözleşme… Uygulandığı takdirde başta kadın cinayetleri olmak üzere kadına yönelik şiddeti durduracak bir sözleşme. Buna dair bütün önlemleri tanımlıyor. Türkiye ise bu sözleşmenin ilk imzacılarından… Adını da 2011’de imzaların atıldığı İstanbul’dan alıyor.
O imzaların tamamlanması için 4 yıla yakın beklendi. Yeterli imzacı ülke sayısına ulaşılması için… 2014 Ağustos’unda bu sayıya erişildi. Ancak sözleşme ışığında Türkiye’de iç mevzuat ve hukuk değiştirilmedi. Bazı kadın örgütleri Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı‘nın sözleşme ile ilgili toplantılara kendilerini çağırmadıklarını söylüyor. Avukat Ceren Akkaya ise sözleşmenin kadına yönelik şiddetin bir toplumsal cinsiyet ayrımcılığından doğduğunu kabul ettiğini ifade ediyor. Yani sorunun asıl kaynağına iniliyor: “Kadının kadın olduğu için bir şiddete maruz kaldığını belirtiyor İstanbul sözleşmesi. Dolayısıyla diyor ki; ‘Evet, sen şiddetle mücadele edeceksin, bunu önleyeceksin, gerekirse tazminat ödeyeceksin ama her şeyden önce toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak için bir şeyler yapacaksın.’ Eğitim sistemini ve dahası yasaları gözden geçirmek gibi.”
Özgecan Yasası
Bir başka deyişle bu sözleşmenin uygulanabilir olabilmesi için kamuoyunda Özgecan yasası olarak bilinen yasanın da artık çıkartılması gerekiyor. Haksız tahrik ve indirimlerin doğru uygulanmadığı bir ülkede Özgecan yasası gerekli. Pişmanlık ifadesi ya da bir kravatla beliren “iyi hal”i ortadan kaldırmak için gerekli. “Aşırı sevgi” gibi indirimlerin bir daha anılmaması için kesinlikle gerekli. Kadın cinayetlerinde indirimin uygulanmaması için gerekli.
Katili iyi hal indirimi alan Muhterem Göçmen’in ablası Çiğdem Evcil “Yoksa bu böyle sürüp gider” diyor. Boşanmak istediği eşi tarafından iki yıl önce İstanbul’da öldürülen Muhterem’in acısını yaşıyor ama bir yandan da mücadeleye devam ediyor. Evcil de hem yasanın geçmesini hem sözleşmenin uygulanması taraftarı. Çünkü ona göre gözünün önündeki katiller hep aynı ve sistem bu şekilde yürüdükçe o katiller sanki sadece bir kişi gibi. Sistem böyle seyrettikçe o manzara da değişmeyecek.
Çiğdem Evcil, kurban yakınlarının da adaletin de daha fazla kandırılmasını istemiyor: “O katiller boyunlarını eğip ‘Ben karımı seviyorum’ dedikleri zaman mahkeme buna inanıyor ama ben zerre inanmıyorum. Seven insan saçının teline zarar vermez ki; benim kardeşimin kalbini parçalanmıştı. Buna nasıl inanıyor adalet sistemimiz? Nasıl indirim hakkı tanıyor? Ya da bir kravat takıyor, ceketinin önünü iğneliyor. Adam indirim alıyor gidiyor. Bu çok büyük haksızlık!” diye konuşuyor, Muhterem’in iki kızı birkaç metre ötede oturup kendi hallerinde, yaşananlardan habersiz oyunlarını oynarken.
“Ceza yetmez! Kurullar da kurulsun!”
Tabi erkek şiddetinin sosyal ve hukuki boyutu kadar psikolojik boyutu da önemli… Psikolog Serap Duygulu, Türkiye’nin çok büyük bir psikolojik şiddet ile karşı karşıya olduğunu düşünüyor. İşte tam da bu yüzden şiddete bulaşanlar sadece cezalandırılmamalı, eğitilmeli de. Ama her zamankinden çok ciddiye alınarak: “Bir takım kurullar olacak. Psikiyatrisiler, sosyologlar, sosyal hizmet danışmanları, psikologlar olacak… Hepsinin onayıyla tedavi görecek. Eğer denirse ki; bu kişi tamam -topluma, aramıza karışabilir, normal bir insan olarak hayatın içinde yer alabilir- o insan salınmalıdır topluma. Ama bilsin bu kişi doktor onayı olmadan, uzmanların onayı olmadan hayata katılamayacağını bilsin. Bilsin ki; bakalım bir daha o el kalkıyor mu? O el silah tutuyor mu? O el zarar veriyor mu, o şiddet uygulanıyor mu?”
Elbette hayatta yanlış tercihler yapılabilir ama Duygulu kadınların da uyanık olması gerektiği kanaatinde. Daha doğru bir ifadeyle Türkiye’de yaşayan kadınların kendi gerçeklerini bulabileceğini düşünüyor. “Davranış bozukluğu var, saldırgan ve öfkeli… ‘Bana yapmaz’ deniyor. Ya da deniyor ki; ‘Maço, ben o halini seviyorum’… Aslında kendini gösteren bir takım davranışlar var. Bunun zamanında önlemi alınabilirken bile bile lades diyoruz. Bu şiddeti bazen maalesef erkeklerin lehine normalleştiriyoruz. ‘Canım bir şey olmaz, bir kereden!’ ‘Erkektir döver de sever de!’ Hep söylerim, size de söyleyeceğim. ‘Dayak cennetten çıkmadır’ diye bir sözümüz var bizim. Ben de diyorum ki; dayak iyi bir şey olsaydı cennette kalırdı zaten. Demek ki; iyi bir şey değil çıkarılmış. Şiddetin hiçbir türü iyi değil. Biz şiddet derken sadece fiziksel şiddeti anlıyoruz. Şu an Türkiye’de büyük bir psikolojik şiddet var. Onun için burada insanlar. Ekonomik şiddet uyguluyorlar, psikolojik şiddet uyguluyorlar, manevi şiddet uyguluyorlar.”
Türkiye’de kadınlar sesleri duyulsun istiyor, eşitlik istiyor.
Sivil toplum; kadın cinayetleri davalarında indirimler uygulanmayana kadar mücadeleye devam diyor.
Erkek şiddetinin her türlüsü kadınları bulmasın diye.
Yarınlar daha aydınlık olsun diye.
Adalet, herkes için yerini bulsun diye.
Tüm erkekler için üstat Neşet Ertaş’ın o sözleri zihinlere kazınsın diye:
“Kadın insandır, biz insanoğlu”…