İstanbul’da Gurup Vakti Aya Sofya ve Kutsal Bilgelik

Aya Sofya: Kutsal Bilgelik… Her şey buradan çıkıyor. Orası dünyanın en eski katedrali. 1453 sonrası İstanbul’un fethinin sembolü olarak camileştirildi.

ayasofya istanbul kutsal bilgelik

‘Hasat toplama vakti. 21. asıra girdik. Tüm söylencelerin işittiği gibi; ben gene burdayım.’

Gurup öncesindeki şehir: İstanbul

Suyun üzerindeki kalabalık, taş geminin kuvvetli duvarlarını sarsarcasına artmaya devam ediyordu. Birbirlerine bakanlar, dokunanlar, dokunamayanlar, birbirlerini sevenler, sevemeyenler, göz göze, diz dize olanlar ya da yan yana durmakta güçlük çekenler, hepsi de günü karşılamaya hazırdılar. Byzantionlular, Bizanslılar, İonlar, Persler, Traklar, Venedikliler, Haçlılar, Osmanlılar, Üsküplüler, Arnavutlar, Ermeniler, Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar… Biri diğerine alışmaya çalışırken, üzerlerine doğan aynı güneşti. Mavi, tüm görkemi ile suyun yeşiline imzalar atıyor, bir kez daha kitabî bir dokunuş yapıyordu engin denizin boynu bükük boğazına. Geminin altında, ‘İstanbul’ yazıyordu maviden yeşile.

Cesaretle haritayı ellerine alıp gemiden inen iki kişi, sabahın ilk ışıkları ile karaya ayak basmıştı.


Asırlara bedel birkaç gece geçirdim sanki. Sabahın ilk ışıkları yüzüme vururken, gene aynı sokakları yürüyüp geçmeye kararlıydım. ‘Belki de bu akşam geri dönmeyiz…’ diye düşündüm. Hoş, herşeyin hep bir ardındakini, daha da ötesini görmekte bu kadar ısrarcı olursam aynı tepecikleri en az birkaç defa daha dolaşacağım gibi gözüküyordu. Cebimdeki saati yokladım. Arkadaşım olmuştu besbelli; diğer arkadaşlıklara pek benzemeyen bir arkadaş. Neyse ki, zamanla yarışmayı bırakalı çok olmuştu, ona ait bir eş gibi, kol kola gitmeyi öğrenmiştim kendisiyle. Yoksa ne bu aşk, ne de bu feda çıkardı ortaya.

Beyaz duvara sırtımı verip, gökyüzünün altında, önüme serilmiş şehre baktım. Elimdeki harita herşeyi gösteriyordu. Herşeyi belirleyecek olan, benim o mekanları nasıl yürüyeceğimdi. Yolculuğun en çok da bu kısmı insanı karıştırıyor, allak bullak ediyordu. ‘Belki de bir beşer yapısına göre tasarlanmamıştır bu yolculuk, kim bilir…’ diye düşündüm. Gene de, yürümekten başka çaremin olmadığını biliyordum. Neyse ki, ben de kadındım, şehir de.

‘Hayır, Altın Boynuz’dan Haliç’e mutlaka geçebileceğimizi düşünüyorum, çünkü rota belli.’ diyordum dinlenmek için durduğumuz yerde oturmaya hazırlanırken.

‘Yapmak istediğin şeyleri anlıyorum, ama önce mutlaka zaman mı yoksa mekan mı, bir karar vermek zorundasın. Dediğin gibi ilerlersek, ikimiz de karar vermek zorundayız.’ dedi net bir ifade ile gözlerime bakarken.

‘İkisi de.’ dedim aynı netlikle yanıtlamaya çalışırken. ‘İkisi de; pusulayı ve saati üst üste koyuyorum.’

Yavaşça elini alarak, kucağımda, göklere teslim olmuş bir ifade ile açık ve gelişigüzel duran elimin üzerine koydu. Gülümsedik birbirimize Boğaziçi Köprüsü’nün ayakları çevremize mekânlık ederken. O zaman, köprüyü geçmek için hazır olduğumuzu hissettim. Güvenle, kavradım elini. ‘İyi ki yanımdasın.’ dedim. Hislerim, yüreğimi taşarcasına karşımda duran bu yüze akıyordu.

‘İhtişamına güvenilmez bu şehirde, bu harita ile dolaşabilmek yürek istiyor. Daha da önemlisi, senin gibi sağlam bir desteğe mutlaka ihtiyaç duyuyor.’

‘Bir şeyi unutma Güneş. Haritayı düşün, çizilme safhalarını canlandır gözünde, aslında şehrin kabul etme yetisi, güvenin en sağlam yapılarını oluşturuyor.’

‘Haklısın’ dedim kabul ile. ‘Sekizinci bir tepe sadece henüz yok…’

Ayasofya ve Sultanahmet

Aya Sofya, Sultan Ahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı, eski adıyla ‘At Meydanı’ başımızı döndürdü o günün akşamı. Panaromik bir manzara gibi algılıyordum Gülhane’den başlayıp Beyazıt’a doğru uzanan yolları. Hatta ötelere gitmek, Eminönü’nü, Sirkeci’yi de aynı anda almak istiyordum zihnimin kollarına. Tahayyülümde dönmeye devam ederken, orada ilk yürüdüğümüz saatlerde olduğu gibi bir balıkçıya çarpıp, kendime geldim. Sabah çarptığım balıkçı ile tanışmış, uzun uzun sohbet etmiştik Boğaz’ın bu gizli gezgini ile.

‘Tuhaf…’ demişti sakince balıkçı. ‘Buraları bilmemeniz ilginç. Buraları herkes bilir oysaki.’

Gülümsemiştim hafifçe. Bir an, ona aradığımız şeyi nasıl anlatabilirim diye düşünmüştüm. Batı’yla göz göze gelmiştik. O an, ikimizin de denizin şefkatini hissediyor ve hatta balıkçıya da bir nevi minnet duyuyor olduğumuzu görmüştüm. Sonunda, ‘Rastgele!’ deyip ayrılıp yürürken, ‘Belki de ona hiçbir şey anlatmaya gerek yoktu.’ demiştim. ‘Her şeyi anladığı için tüm gününü bu sularda geçiriyordur belki.’

Gülmüştü Batı. ‘Haritayı dinlemeye çalışırken, onun herkese anlattıklarını da dinliyorsun, ha?’

‘Doğru.’ demiştim. ‘Neden olmasın? Keşke işitebilsem o denli derinden…’

Birbirimize sarılıp akşamın kızıllığına doğru yol almıştık Gülhane yolunda. İleride bir yerde bir süre durmak, mekanın en iyi çayını içmek, biraz ötede bulduğum en güzel kokulu lokumları tatmak istiyordum. Gözlerinde kimliksiz, saf bakışlarla tramvay duraklarında dolaşan çocukları okşamak istiyordum doya doya. Hiçbir şey hesap etmeden onların da karınlarını doyururken, esnafın da elini sıkmak, gönül de vermek istiyordum her sözle, sohbetle. Burayı tanımadan önce, kendine özgü kapılarından girip, o ceviz ağaçlarının kokusuna karışmalıydı bir kere. Ayasofya sonra gelip oturacaktı ancak tahta.

Aya Sofya: Kutsal Bilgelik

“Aya Sofya: Kutsal Bilgelik… Bak… Buradan çıkıyor her şey.” dedim.

‘Bir daha anlat, sırasız çıkarımların net bir sonuca varmamı zorladı açıkçası.’ dedi kahvesini yudumlarken Batı. Şark köşelerini andıran bir salonda, kendimizi rehavete bırakmışçasına oturuyorduk. Köşede bir kadın yufka açıyor, içinde bulunduğumuz resme Anadolu’nun köy yollarını taşıyordu. Ona bakmayı sürdürürken, ‘Ayasofya, dünyanın en eski katedrali.’ dedim. “Ayrıca 1453 sonrası fethin sembolü olarak camileştiriliyor. ‘Fetih’…”

‘Haritanın anahtar kelimesinin ‘fetih’ olduğu konusunda ısrarcısın.’

‘Evet.’ dedim oturduğum minderde doğrularak.


‘Şehirdeki bu mavi gökyüzü, sarnıçların içindeki gölgeli su, her biri yeşile doğru gidiyor, derken ağaçlarla karşılaşıyor ama orada kalmak, durmak istemiyor. Siyah da var. Düşün… Gururlu da olsa kirli bir grisi var şehrin. İçinden girip çıkarak temizlenmeye, bir yandan da temizlemeye çalışıyoruz bizse…’ Durdum ve biraz sönümlenerek: ‘Taşları, toprağı altın ne de olsa.’ dedim geriye doğru yaslanırken.

‘Şehrin fethedilen renkleri var. Bir sıra takip etmiyorlar.’

‘Fark etmez.’ dedim gözlerimin parladığını hissederek.  ‘İleride bir kâşif, ona ‘kurbanın’ rengini verecek er geç.’

III.

Akşamın içinde Aya Sofya’nın solgun kızıllığı daha bir kırmızı gözüküyordu. Gölgesi karşısında bir süre vakit geçirecektik. İçeri giren birçok kişi vardı. Kadınlar, kızları, adamlar, çocuklar, yaşlılar, gençler birbirlerini takip edercesine müze salonuna uzanıyorlardı. Pusulayı ve saatimi çıkardım.

‘Bazilika’ dedi Batı.  ‘Mimaride dönüm noktası; kubbe ile örtülmüş bir bazilika. Teknik ve estetik bakımdan eşi benzeri yoktu.’

‘Şehrin işleyişi de öyle. Hala öyle.’ diyordum sütunlara dokunurken.

‘Bizans döneminde üçüncü kez inşa edilirken Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan, Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan, Lübnan’daki Baalbek Tapınağı’ndan ve daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar kullanıldı. Ayrıca Mısır, Yunanistan, Marmara Adası, Suriye ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden taşlar getirtildi.’

‘Özgünlüğü, barındırdığı çeşitliliğin dışına taşıyor. İstanbul haritasını ve içine girdiğimiz yolculuğu, ancak geniş bakarsak çözebiliriz.’ diye devam ettim.

Batı, uzun bir süre mimari yapıyı inceledi. Elindeki kağıtlara notlar alarak kafasındaki bilgileri gördükleri ile birleştirmeye, kavramları yerine oturtmaya çalışıyordu. Biraz ileriye doğru açılarak bulunduğum yerden uzaklaşmaya başladı. O an, bir süre yalnız olacağımı anladım. Hafifçe, caminin kuytu bir köşesine çekilerek üzerime basan sessizliğin içine doğru gitmeye başladım. Kalbimin atışları hızlanmış, nefes alış verişlerim değişmişti. Sonunda bulmuştuk. Bunu çok hissetmeye başlamıştım.

Kulağıma, Fikirtepelilerin çömlek yapışlarının, Byzantion’un tanrılara yaptıkları şenliklerin, Roma İmparatorluğu’nun tiyatrolarından yükselen kahkahaların, pazar yerlerinin, At Meydanı’ndan yükselen gururlu adımların, Osmanlıların hamamlarından, haremlerinden yükselen hasret dolu şarkıların, Yedikule Hisarı’nın zindanlara giden yolundan yükselen çığlıkların sesleri geliyordu. Sabah bir süre gözümü ayırmadığım Boğaz Köprüsü’nün sıkışıklığı hiçbirini bastırmaya yetmiyordu. Tüm bu geçitlerin aralarından geçen insanların çok zorlanan, çok kırgın, çok bitap halleri şehre çökerken, bir yandan da sadakat yeminleri, aşk hikayeleri, sonsuz çeşitlilikte bir sanat akışı ve kalbi mutlulukla dolduran sayısız an aynı geçitlerden geçiyordu.

İnsan, yenilenmeler, doğumlar, geri dönüşler, merhamet ve bilgelikle buluşmadan önce, gerekirse tüm haritayı yerle bir etme pahasına da olsa, yol üzerinde kendine hep biraz daha yer açarak, surları biraz daha deliyor, şehri hem yüceltiyor, hem de aşağı çekiyordu.  Acı, tıpkı bir daire gibi dönerken sonunda parlamaya başlıyor, ortaya bir ‘İstanbul’ daha çıkartıyordu. Çağlar, durmaksızın birbiri üzerine yığılıyor, görünürde ise şehir yalnızca bir devri kapatıp diğerini açmış gibi durarak adeta tarihi aldatıyordu. Oysa fetih hep vardı.

Aya sofya, bilgece sineye çekiyordu her şeyi. Batı olmazsa benim de yalnızca Güneş olarak bir şey ifade etmeyeceğim gerçeğine benziyordu bu. İçine girdiğim haletten sıyrılarak caminin geçitleri arasında dolaşmaya, Batı’yı aramaya başladım. Biraz sonra, elleriyle etrafı işaret ederek birileri ile sohbet ediyor olduğunu gördüm. ‘Eminim gene bilgi deryasını açıp anlatmadığını bırakmıyordur insanlara.’ diye düşündüm yanına doğru ilerlerken. Beni görünce kibarca vedalaşıp yanıma geldi.

‘Tüm o tapınakların, kiliselerin ve caminin burda toplanıyor olması hiç tesadüfi değil.’ dedim. ‘Fark etmiyor. Birileri hep kurban ediliyor. Şehrin gücü de burdan geliyor Batı. Şehir onu durmadan fethetmelerine izin veriyor. Herşey bü yüzden başladı zaten, ‘ele geçirilmek’ üzerinden.’

Bir an durdum, ‘Burası seni ve beni birleştirdi.’ dedim.

Elleriyle ellerimi kavrarken, ‘Burası…’ diyerek etrafı süzdü…

‘Aya Sofya değil…’ dedim. Gözlerini gözlerime dikti yeniden. Soru sorar gibi, yüzümdeki ifadeyi inceledi.

‘İstanbul da değil…’

Yavaşça gözlerimi kapadım ve ‘Burası…’ dedim. ‘Burası bizi birleştiren.’


Güneş batmak üzereyken, İstanbul yazısının üzerinde sallanmaya devam eden taş geminin yolcuları artıyor, boynu büyük boğaz tüm cömertliği ile herkesi bağrına basmaya devam ediyordu. Böyle büyük bir halkı bir kıyıdan diğerine ulaştırmak kolay değildi. Tüm farklılıklara gözü kapamak, el vermek gerekirdi. Biliyordu ki, kalabalık da bunun için gözünü kapadığında, salimen geçecekti karşıya. Her devir olduğu gibi, sıratten bedava geçilmiyordu. Geminin altında, ‘İstanbul’ yazıyordu maviden yeşile.


Mehlika Özge Esirgen
1984 İstanbul doğumluyum. Robert Kolej’in ardından Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldum. Sinerji Eğitim ve Yönetim Danışmanlığında eğitmen; freelance yazar, yazar koçu, çevirmen ve editör olarak hayatıma devam ediyorum.