İnsan olmanın mahiyetinin bir unsuru; zaman zaman mutlu olmak ve mutlu kılmak; zaman zaman bedbaht olmak ve bedbaht kılmak değil mi?
Yalnız Gezenin Düşleri
J.J. Rousseau’nun “Yoksulluk ile zenginlik, erdem ile yoldan çıkma arasında yalpalayarak, yüreğimde hiçbir kötülük eğilimi olmadığı halde, alışkanlıktan ileri gelen kötü huylar taşıyarak, aklımın kurduğu esaslara dayanmaksızın rastgele yaşayarak, görevlerimi horgörmeksizin unutarak, ancak çoğu zaman onları yeterince kavrayamayarak, kırk yaşıma geldim” cümlesini ilk okuduğumda, henüz yirmilerimin başında olmama rağmen onunla aynı noktada hissetmiştim. Kendimi yetersiz ve her an, her olay, her türlü ilişki boyutunda (Ben-aile, ben-okul, ben-arkadaş, ben-iş…) suçlu hissedişim, üzerinden on seneye yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, yakamı tamamen bırakmamış.
Şu saniye yerinde çakılı kalsaydı ve geriye dönüp bakabilseydim, göreceğim başka bir şey ise şaşırtıcı bir paradoksa da imza atışım olurdu. Kesinlikle ve kesinlikle aynı anda, kendimi suçladığım kadar diğerini de suçlamış, eleştirmiş, yargılamış; ondan ideal olarak belirlediğim kalıplara uygun olmasını beklemişim. Sanki aynı anda hem ben evi soyulan kişiyim, hem de muhatabım. Ve de doğal olarak aynı anda ikimiz de hırsızız.
Yıllar önce kesintisiz iken şimdi on-on beş dakika süren zaman parçalarında, içerisinde kendimi bulduğum, kendini kandırmacalar ve çelişkilerle dolu ruh halini ne kadar güzel tasvir etmiş düşünür:
“İşte, yeryüzünde yalnızım; kendimle baş başayım. Artık ne kardeşim var, ne bir benzerim, ne dostum ne de ait olduğum bir toplum. İnsanların en şefkatlisi, en cana yakını, bu insanlar arasından sözbirliği ile dışlandı. Bunlar, olanca kinleriyle hassas ruhuma hangi azabın daha çok dokunabileceğini araştırıp beni kendilerine bağlayan bağları kesip attılar.
Onları istemedikleri halde sevebilecektim…
Sevgimden ancak insan olmaktan çıkma yoluyla kurtuldular. Bazı yalancı yemlerle beni oyuncakları yapmaya, boşa çıkan beklentilerimin hayal kırıklığı ile her an bir üzüntü kaynağı daha yaratarak beni yeni acılara boğmaya devam edeceklerdi. Şimdi yalnızlığıma rağmen onlarla beraber olabileceğimden yüz kez daha mutluyum. Yeryüzünde benim için her şey sona erdi. Burada, artık bana ne iyilik ne de kötülük yapabilirler. Bu dünyada umacağım veya korkacağım hiçbir şey kalmadı, mutsuz bir ölümlü, Tanrı gibi duygusuz, uçurumun dibindeyim. Yabancı bir gezegenden düşmüş gibiyim.”
Bugün bu cümleler ya da benzerleri aklıma düştüğünde, ruhumu sardığında, eskisi gibi körü körüne inanmıyorum. Sevgimi esirgediğim biri olmadığı gibi, insanlıktan çıkan hiç kimsenin de bulunmadığının farkındayım. Hatta insan olmanın mahiyetinin bir unsuru; zaman zaman mutlu olmak / kılmak; zaman zaman bedbaht olmak / kılmak değil mi?
Yalnızlığın, diğerleriyle birlikte olmaktan daha büyük bir mutluluk getirmediğini itiraf etmek çok zor olsa da mümkün. Yeryüzünde her şeyin sona erdiğine duyulan güçlü inanç, belirli bir yer ve anda, belirli bir insanın gerçeği olmasından ve o kişiye duyduğum saygıdan dolayı yargılamaktan kaçınacağım bir şey, doğru. Fakat yine de yüreğim bunun bir yanılsama olduğunda ısrarcı.
Mükemmel insan tasarımı
Bu dünyada umacağım ve korkacağım / kaygılanacağım şeylerin sonunun asla gelmeyeceğini ve bu iki zıt enerji yüklü, fakat yüzlerinin geleceğe dönük olmasından dolayı benzer duygudan (umut-kaygı) hangisini beslersem onun egemenliği altında yaşayacağımı biliyorum. Kaygı, beni yakamdan kendine doğru çekiştiriyor olsa da ben Umut’a sıkı sıkı sarıldım.
İdeal olarak belirlediğim ve hayat çerçevemin içinde kalmak isteyenlere (ve doğal olarak kendime de) uymaları gereken bir şartname olarak sunduğum bir ‘Mükemmel insan tasarımım’ yok. Çünkü insan doğası gereği; zaman zaman yalan söyler, kıskanır hatta haset içine düşer, fiziksel, sözel veya psikolojik şiddet uygular. Kısacası; toplum onaylasın veya onaylamasın, “Yanılıyor” desin veya demesin, kişi kendini zorda ve varlığını tehdit altında hissedebilir. Hayali veya gerçek bir tehdit karşısında kendini savunma şekli büyük zarar yaratabilir. İşte o anda ondan (konu ben isem de kendimden) tek dileğim, korku / kaygılarını bir süreliğine bir kenara koyabilmesi, kendine dışarıdan bir göz olarak bakabilmesidir. Kendinden dışarı çıkıp kendine bakabilmek dünyanın en ama en zor işi olsa da mümkündür. Bu gözlem sonrası ‘kendimize geldiğimizde’ hatalarımızı telafi edebilir hatta baştan sona yakıp yıktığımız bir şehri dahi yeniden kurabiliriz. Kendimden ve diğerlerinden, kısacası ‘İnsan’dan beklentim budur. Beklentimin besini ise Umut’tur.
*J.J. Rousseau’nun ömrünün son iki senesinde yazdığı eserin başlığı.