Socrates, karşılarında durduğu sofistler gibi, insan hayatının pratik sorunlarıyla ilgilenir. Yalnız sadece faydayı gözeten pragmatist sofistlerin aksine O, bu soruna derin bir ahlaki ciddiyetle yaklaşır. Socrates, sofist öğretmenler gibi halihazırda bildiğini iddia ettiği doğruyu dayatmaz. Ruhta doğuştan saklı olan ve tüm insanlığa ait ortak doğruları, soru – cevap diyalog yöntemiyle muhatabından, tabir – i caizse, doğurtur.
– Bir insan havuza da düşse, denizin ortasına da düşse, yapacağı iş yüzmektir, değil mi?
– Şüphesiz.
– Öyleyse, biz de yüzmeye başlayalım. Belki bir yunus sırtına alır bizi, beklenmedik bir şey olur da işin içinden çıkarız.
Socrates – (Devlet 453 D)
Filozof denince; herhangi bir coğrafyada, küçük büyük herkesin aklına ilk gelen isimdir Socrates. Büyük dahi, ironi ustası, bilgi ebesi… Daha nice isimler verilebilir ona. Birçoğumuz tarafından ‘sıkıcı’ diye nitelenen felsefenin, aslında ne kadar keyifli ve ondan da çok ne kadar faydalı, gerekli hatta zorunlu bir uğraş olduğunu bize kanıtlar. Socrates, kelimenin tam manasıyla bir filozof (bilgi aşığı) olmakla birlikte, bilgiyi sevdiren bir kişiliktir.
Bugün çocuklarımıza sadece onun dialoglarını okutmak, yepyeni ve sağlam bir düşünce iklimini oluşturacaktır. Düşünmeyi ve bilgiyi seven bir neslin yetişmesi için gerçek bir besin kaynağıdır. Burada, onu en kapsamlı bir şekilde bizlerle tanıştıran Antik Yunan çağı düşünürü Platon’un eserlerinden parçalara geçmeden önce, Socrates’in yaşadığı çağın düşünce ortamına bir göz atmak, onu çok daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Socrates ve Atina’da değerler anarşisi
Batı felsefesinin yaklaşık 2600 yıllık tarihinin başlangıcı ve ardından gelen tüm düşünürlerin ilk atası sayılan Thales’ten (M.Ö. 625 – 545), kabaca, eski materyalist okulun şefi Demokritos’a (M.Ö. 460 – 370) kadar süren zaman diliminde, Antik Yunan felsefesinde evrenin bilimsel bir tablosunu oluşturabilmek adına girişilmiş ilk denemeler gerçekleşir. Bu ilk felsefenin ilgi odağı tabiat ve eşyanın başlangıcı ile varlık ve oluş sorunudur.
Bu dönemi takip eden yüzyılda ise; Atina’daki demokratik gelişme, siyasi – iktisadi kalkınma belli bir yetişme gereksinimi ortaya çıkarır. Bilgi’nin, daha önceki yıllarda mevcut olan teorik ve spekülatif çerçevesi toplumun gelişmekte olan yaşam biçimi için dar ve yetersiz gelmeye başlar. Bilgi’nin pratik ve sosyal bir değere sahip olması gerekliliği, düşünürlerce kozmos ve oluş sorununun bir kenara bırakılması sonucunu doğurur.
Yeni düzene ayak uydurmanın zorunluluğuna inanan ve dikkatlerini doğa ve evrenden, insan ve insan zihnine kaydıran yeni düşünürler, Sofistler’dir. Onlara göre bilgi, teorik bir merakı gidermek için değildir. O, pratiğin yani gerçek hayatın emrinde olmalıdır. Bu açıdan, felsefeyi bir bakıma göklerden yere indirmeleri ve İnsan‘ı değer konusu haline getirmelerinin faydaları olmuştur.
Fakat bilindiği üzere, ‘Sofist’ (bilgili kişi) sözcüğünün günümüze kadar gelen, küçümseme amaçlı kullanılan bir manası vardır. Takdir edilmesi ve ciddiye alınması gereken Protagoras, Gorgias, Hippias gibi ilk dönem sofistlerini tenzih etmek suretiyle, bu olumsuz anlamı yerleştiren, sonradan yetişen ikinci dönem sofistleridir. Felsefe işini oyuna, safsataya çeviren bu felsefeciler yalnız bilimi değil, bütün hayatı tehlikeye sürükleyecek sonuçlara varmıştır.
Örneğin Euthydemos adlı bir düşünür, şöyle der: “Her şey, herkesindir. Yanılma diye bir şey yoktur. Çünkü söylenen şey, düşünülen bir şey olduğundan, var olan bir şeydir de.”
Gerçek diyalektik (gerçekliği ve onun çelişmelerini incelemeye yarayan ve bu çelişmeleri aşmayı sağlayan yolları aramayı öngören akıl yürütme yöntemi) bir bayağı kavga tekniği ve laf salatasına dönerken, bireyciliğin aşırı beslenmesi sonucu da ahlakta anarşi söz konusu olur. Buna örnek, başka bir sofist olan Thrasymakhos’dan bulunabilir. Şöyle der: “Adalet, güçlünün işine gelendir. Doğru olan budur.” Bu gidişat, doğal olarak din alanına da sıçrar. Kritias, dinin tamamıyla politik hesaplarla uydurulmuş, devlet adamlarının uyruklarını itaat ettirmek için icat ettikleri bir şey olduğunu bildirir.
Bu son dönem sofistleri, tümel olarak geçen hiçbir ölçü ayakta bırakmamış, otorite ve geleneği sarsarken, toplumu değer anarşisi içerisinde bırakmışlardır. Bu karmaşaya “Dur!” diyebilen ilk kişi ise, Socrates olmuştur.