İnsan ve bitki arasında bir enerji alışverişi mevcut. Bizden etkileniyorlar… İklim değişikliğine karşı daha yüksek bölgelerde yetişmeye başlıyor yani bir nevi göç gerçekleştiriyorlar.
Dünya üzerinde dört milyar yıl önce suda ilk hücre oluştu. Bu ilk hücre bölünerek kendine benzer eşini oluşturdu. Tek bir hücre oluşturduğu klorofil ile fotosenteze başladı. İki milyar yıl önce bakteriler ve su yosunları yeryüzünde gelişmeye başladı. Ortama verdikleri karbondioksit ve oksijenle çok hücreli canlıların oluşabileceği bir ortam meydana getirdiler. Ve günümüzden 700-800 milyon yıl önce başta hidrojen, oksijen, karbon, azot, magnezyum ve kükürt başta olmak üzere, bir dizi atomun görece daha basit moleküllerinin ardışık tepkimelerle karmaşık özellikler kazanması sonucunda çok hücreli bir canlılık meydana geldi. Günümüzden yaklaşık olarak 545 milyon yıl önce başlayıp 251 milyon yıl öncesine kadar uzanan bir devirde ilk bitkiler oluştu. İlk bitkiler; damarsız kara yosunu karasal yaşama hızla uyum sağlamaya başladı. Yeryüzü karaları uçsuz bucaksız ormanlarla kaplandı, pek çok hayvan grubunun temsilcilerinin de katılımıyla karmaşık bir karasal ekosistem kuruldu.
Sucul ortamların azalmasıyla geniş alanlara yayılmış sporlu bitkilerin oluşturduğu bataklık ormanları, yerini açık tohumlu bitkilerin oluşturduğu ormanlara bıraktı. Zamanla kozalaklı bitkiler, palmiye benzeri, cycasların ardından günümüz bitkileri meydana geldi. Cycaslar o dönemde yaygın olarak yeryüzüne yayılsalar da günümüzde halen tropik ve yarı tropik alanlarda bulunmaktadırlar.
Yaklaşık 65 milyon yıl öncesinde yeryüzü iklimi giderek soğudu ve kuraklaştı, deniz seviyeleri düştü. Aralıklarla yaşanan pek çok buz çağı görüldü. İklimin kuraklaşmasının bir sonucu olarak orman alanları daralırken bu geniş arazilerde, kurak iklim koşullarına uyum sağlayan geniş otlak alanlar ve savanlar meydana geldi. Bu sürecin nihayetinde günümüz bitki örtüsü oluştu.
Yer çekimine inat ona karşı bir direnme ile uzandılar gökyüzüne. Çabaları tıpkı bizler gibi hiç bitmedi. Görevlerini sürdürürken türlerinin yaşaması için de çalıştılar. Yaşamak için verilen çabalar o kadar çoktu ki…
Küçücük mini mini bir tohum, bir ormanı geliştirebilecek kapasiteye sahip en küçük yapıdır. İçinde onu koruyan plasenta (çenek) tıpkı insan plasentası gibi görev yapar. Tohumdaki embriyo, tıpkı bir insan cenini gibidir.
Bir insanın bedenen ve ruhen uyanışı gibi su ve sıcaklığın etkisiyle uyanır. Ve yine insanın yere ayaklarını bastığı gibi minicik köklerini toprağa salar.
Yaprakları hep ışığı arar ve ona yönelir. İlk andan itibaren oluşacak bütün yapılar tasarlanmıştır. Yapraklar bir merdiven gibi gökyüzüne uzanır.
Gündüz Fotosentez yapıp gece bir insan gibi solunum yaparlar. Bütün canlılarda olduğu gibi mutlak suya ihtiyaç duyarlar. İnsanlar ve bitkiler arasında, her canlı varlık arasında olduğu gibi bir iletişim vardır.
Sahibinin “Çiçek açacak mı?” endişesi ile çiçeğini dökebiliyor bitki. Bu demek oluyor ki insan ve bitki arasında bir enerji alışverişi mevcut. Sevgi, illgi enerjisini alan çiçeklerin nasıl coştuğunu görüyoruz, bizden, enerjimizden etkileniyorlar.
İklim değişikliğine karşı daha yüksek bölgelerde yetişmeye başlıyor yani bir nevi göç gerçekleştiriyorlar.
Bitkiler aralarında belirli bir frekansta bağlantı kurabiliyor; bir ceylan saldırısına uğrayan Akasya, diğer Akasyaları yaydığı bir koku ile uyarıp zehir salgılanmasına sebep oluyor. Susuzluk çeken bir bitki ölüm olasılığına karşı yeni bir döl verebilme umuduyla çabucak çiçek açıyor. Tüm çaba türünü devam ettirebilmek için…
Avustralya Fiyortlarındaki alan
Avustralya fiyortlarında bir alan keşfediliyor; hiçbir hayvan ve böcek türünün yaşamadığı bu bölgede bitki örtüsünde ne bir diken var ne de zehir. Kendini savunmaya gerek görmüyorlar.
Demek ki zannettiğimizin aksine dış etkilere karşı fazlaca tepki veriyorlar, önlem alıyor, yaşadıkları durumlar sonucunda bir strateji belirliyorlar… Onları etkileyen en büyük etmenlerden biri ‘sevgi’ olmalı; uğradığı her yerde varlığa yaşam veren ‘sevgi’.
Kin ve nefretle muamele gören bitkiler inanıyorum ki diğer canlıların da olduğu gibi çabuk hastalanıp yeterli döl veremezler. Stres insanı nasıl yok ediyorsa bitkilere de öyle zarar veriyor. Sevgiyle yaratılan insan dünyanın da sevgi ve şefkatle yaratıldığına inanıyor mu? İnanıyorsa bile zaman zaman unuttuğuna eminim.
İyi bir sebep uğruna, insanlığın yararına deyip genetikleriyle de oynuyoruz. Ve sonucun çok iyi olacağına dair kendimizi kandırıyoruz.
Örneğin İsveç’te 10 yıl önce deneysel amaçlı ekilen bir kolza tarlasında yapılan araştırmada, yıllarca tohumların çıkarılması için süren yoğun çabalara karşın, geçen 10 yıla rağmen genetiği değiştirilmiş türlerin hala aynı tarlada büyüdüğü görüldü.
Genetiği değiştirilmiş kolza bitkisinin bulunduğu araziye, bitkileri öldüren kimyasallardan önemli miktarda püskürtüldü, ardından bu bitkiler tek tek bulunarak söküldü, normal bir çiftçinin arazisinde yapılandan daha çok çaba gösterildi. Fakat 10 yıl sonra 15 genetiği değiştirilmiş ve bitki öldürücü kimyasala dayanıklı bitkinin tarlada büyümeye başladığı görüldü. Ve deneyde genetiği değiştirilmemiş başka bitkiler de kullanıldı ve bunlardan da bazılarının yaşadığı belirlendi. Sonuçta transgenik (bir bitki ya da hayvandan farklı bir gen transfer edilmiş) bitkilerin yetiştirilmesinin ne kadar kalıcı sonuçlar doğurabileceğinin farkına varmamız için önemli bir çalışmadır.
Doğa kendi kendini dengelemek adına farklılaşmıştır
Bir insan can verdiğinde toprağa verilir. Oysaki tohumlar can bulurlar toprakta. Belki de bu benzeyişten dolayı kadim uygarlıklarda, Güney Amerika’da, Anadolu’da ölüler cenin şeklinde gömülürdü. Bana kalırsa ilkel gibi görünen atalarımız doğada ayrımın olmadığı ve her şeyin bir bütün olduğu bilincine sahiptiler.
Ölenler, bir ağaçta, bir çiçekte yeniden hayata geri dönüp, sessizce haykırırlar…
Kaynak: Tubitak: Biltek
İlgili yazılar
Gaia: Ormanın Şefkatini ve Bereketini sunan Doğa Ana
Sorumsuz Av ile Doğa Tahribatı