Bir fasit daire: Değişmeyen Cadı Avı

“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”

cadı avı emperyalizm komunizm

Kimse yaratılan baskının dişlilerinden kurtulamıyor

Gördüklerimiz yaşadıklarımız bize bir gerçeği gösterdi bugün: Dünün kahramanları, büyük adamları, akıl hocaları, yancıları, günü geldiğinde birer birer gözden düşer, itibar kaybeder, sürgüne gönderilip tasfiye edilirken, “mağduruz” diye feryat figan edenlere dönüşmediler mi? Gelecekleri için olmayan görüntüleri görüp milleti birbirine düşürenler “özürcü” olup post kurtarma çabasına düşmedi mi? Aynı sofrada yemek yiyenler kan isteyen Romalılardı artık. Oysa ki, asıl mağdurlar, kumpas kurulanlar götürülürken, onlar ya alkış tutuyor ya bir kolundan da onlar tutuyordu. Onlar, kendi Lale Devirlerini yaşıyordu ve kafa çevirip görmezden geliyorlardı.

Yıllardır “tehlikenin farkında mısın” diyenler, “susma sustukça sıra sana gelecek” diye haykıranlar vardı. Tarih için, derler ki; tekerrürden ibarettir ve dolayısıyla bu gününüzü yaşarken unutmayınız, ne demişti Alman din adamı Martin Niemöller: “Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”


Martin Niemöller, Almanya’da yaşanan Hitler faşizminin gerçekliğini ortaya koyarken, muhaliflerin en radikalinden en ılımlısına devlet tarafından tutuklanma sıralaması yapmaktadır. Akademisyenlerin bildirisine katılır veya katılmazsınız; ortaya sürdükleri görüş ne kadar terör propagandasına girmekte, tartışılır. İktidar tarafından bildirinin ifade ve düşünce özgürlüğü açısından değerlendirilmediği ortadadır. Bu ülkede yaşayan sıradan vatandaşlar olarak, Martin Niemöller gibi “bizden öncekiler de götürüldü, sıra kimde” diye kaygılanmalı mıyız?

“Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi” çerçevesinde Güneydoğu Anadolu’da yaşanan çatışma ortamına son verilmesi çağrısıyla yayımlanan bildirgeye imza atan akademisyenlere, iktidarın yaklaşımını ifade özgürlüğünün dışında değerlendirmek gerekmektedir. “Kendilerine güya akademisyen ve araştırmacı unvanı yakıştırmış bir güruh çıkıyor, terör örgütünün eylemlerine karşı vatandaşlarını ve topraklarını savunan devletimize dil uzatıyor. Ülkesinin bütünlüğüne, milletinin birliğine karşı tavır içinde olan kamu çalışanı olamaz. Buna kesinlikle müsaade edemeyiz” söyleminin ardından, gözaltılar, işten çıkarmalar başladı. Muhalif medya, 90’lara hatta 1980 Askeri Darbesi dönemlerine dönüldüğüne dair makaleler yayınladı. Geriye gidiş olduğu doğrudur. Hatta ABD’nin muhalif tüm kesimlere uyguladığı “Cadı Avı” dönemlerin bir benzerini bugün Türkiye’de yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Cadı avı döneminde muhalifler nasıl susturuldu, tutuklandı, göçe zorlandı?

Tarih belki de kendi içinde fasit bir daire çiziyor ve bizler bunu ortalama zekamızla idrak edemiyoruz. McCarthycilik de denilen ve ABD’de yaşanmış ve üçüncü dünya ülkeleri ile sol yönetimli ülkelere de ihraç edilmiş cadı avlarını anımsamanın tam zamanı bugün.

Tarihte ilk olarak eski Roma’da karşımıza çıkan cadılar Ortaçağ boyunca ve yakın tarihe kadar Avrupa’nın her ülkesinde kötü bir efsaneydi. 430’lu yıllarda büyü, iyi veya kötü bir özellik taşıyıp taşımamasına bakılmaksızın şeytanla yapılmış bir anlaşmanın sonucu olarak kabul edildi; oysa eski Roma’da sadece kötü büyüler bir yargı suçu sayılıyordu. Büyünün suç sayılmaya başlaması ile cadı avcılığının temelleri de atılmış oluyordu. Teolog B.von Worms (965-1025) cadıların şeytanla işbirliğine girdiğini ve Hıristiyanlığa karşı savaşan kafirler olduğunu açıkladı. Bu, özel olarak kadınları ifade etmemesine rağmen kadınların maruz kaldıkları bir suçlamaydı. Yasal olarak ilk cadı yargılanması 1204 yıllında gerçekleşti. Konumuz bu cadılar değil, daha çok muhalif aydın insanlardır.

Günümüzde muhalif aydınlar için sıfat olarak ortaçağ cadılarının seçilmesi nasıl bir ironidir?

cadı avı

1956 ve 1957 yıllarında, ABD Yüksek Mahkemesi, kişi haklarını koruyan bazı kararlar alınca, 1957’den 1970 yılına kadar, resmen sürdürülen ve “COINTELPRO” adı verilen bir program hayata geçirildi. Bu programın amacı, “komitelere çağrılamayacak ve normal yollarla suçlanamayacak olanları etkisizleştirmek” diye ifade edildi. Bu çerçevede solculara, savaş karşıtlarına (özellikle Vietnam Savaşı sırasında) ve sivil haklar savunucularına karşı psikolojik bir savaş yürütüldü, kurumlara ajanlar yerleştirildi, korku yaratılarak, hizipçilik desteklenerek veya dedikodular çıkartılarak hedeflerin yıpratılması yoluna gidildi. Hukuk, bu tür yıpratıcı davalarla bu oyuna alet edildi. FBI’ın ve şefi Hoover’in kendi yurttaşları için uyguladığı bu programının benzerlerini, aynı dönemde birçok üçüncü dünya ülkesine muhalifleri susturmak için ihraç edildiği de bilinmektedir.

Baskı yöntemleri ihraç edilebilir

Che Guevara cadı avı sırasında katledildi

Önce Latin Amerika ve Küba’yı hedef aldılar. Daha sonra bu ava uzak doğuda Vietnam’da devam ettiler. Cadı avının aynı tarihlerde Yunanistan, Fransa ve İtalya’da da yaşandığı görüldü. Latin Amerika’ya yapılan müdahaleler sonucunda, halk kahramanı Che Guevara cadı avı sırasında katledildi. Daha sonra 70’lerde Arjantin ve Şili’de yaşanan darbeler kökenleri McCarthyciliğe dayanan benzer cadı avlarıdır. Verilmek istenen mesaj ise “Biz kapılarını Amerikan kapitalizmine kapayan, toprağını, petrolünü, madenlerini bize açmayan kimseyi istemiyoruz.”


Geçen yüzyılın ortalarında başlayan Soğuk Savaş’ın en belirgin iki aktörü vardı: liberal ekonominin temsilcisi ABD ve komünist ekonominin temsilcisi SSCB. Sovyetler Birliği’nin yükselişi, en fazla Amerika’yı rahatsız ediyordu. 1930’da, etkisini tam anlamıyla hissettiren Büyük Buhran, ABD’deki işçi hareketlerini tetiklemiş, sokaklar kaynamıştı. Resmi ideolojiye göre işçiler etkisiz hale getirilecek, komünizm tehlikesi bir an önce bertaraf edilecekti. Ama olmadı. Korku, giderek batı ülkelerine de yayıldı; 40 yıl sürecek Soğuk Savaş döneminin temelleri atıldı.

2.Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB’nin Doğu Avrupa’ya sosyalizm ihraç etmesi kukla rejimler kurması, bunun ardından Kore’nin kuzeyi ile güneyi arasında savaş başlaması ve bu mücadelede SSCB’nin kuzeyi, ABD’nin ise güneyi desteklemesi, ayrışmayı da beraberinde getirdi. Sovyetler Birliği’nin önce atom, sonra da hidrojen bombası yapması, Amerika’nın yüksek çevrelerinde korku ve histeriyi toplumsal bir hastalık derecesine çıkardı. İşte tam da böyle bir zaman diliminde sahneye çıktı Wisconsin Senatörü McCarthy. ‘Kızıl Panik’ olarak adlandırılacak korku ve şüphe dolu yıllar onun adıyla anılacak, ismi, literatüre geçecekti. Binlerce insan takibata uğrayacak, fişlenecekti. Sanatçı ve aydınlar ülkeyi terk etmek zorunda kalacaktı. Paranoya Birleşik Devletlerin bütün eyaletlerinde egemenliğini ilan edecekti.

cadı avı

McCarthy’nin bu çıkışından sonra ABD istihbarat servisleri çalışanları devlet dairelerinde çalışan tüm insanların faaliyetini kontrol altına almaya ve onları takip etmeye başladı. Küçük bir şüphe doğuran devlet memurları bile tutuklandı. McCarthy, giderek, soğuk savaş döneminin en popüler siyasetçisi haline geldi, insanlar ondan bir imza alabilmek için saatlerce bekliyordu. Yürüttüğü kendince kutsal mücadele onu Amerikan Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesi’nin (HUAC) başına kadar getirdi. ABD Başkanı Roosevelt ve Truman’ın yönetimleri sırasında ABD hükümetinin komünist yuvalarıyla dolduğunu, Demokratların bu konuda en azından ihmalle suçlu olduklarını iddia ediyordu her platformda. Askerler, Hollywood yıldızları, bilim adamları, gazeteciler ve sendikacılar hedefindeydi. Üzerlerinde baskı kuruyor, hatta bu insanlara Komünist Parti üyesi olmadıklarına dair yemin ettiriyordu!

McCarthy, 1947-1956 yılları arasını kapsayan bu dönemde dünyaca ünlü isimleri sorguladı

Kimler yoktu ki kara listede? Yazar Arthur Miller, oyuncu Charlie Chaplin, Orson Welles, bilim adamı Albert Einstein, yönetmen Elia Kazan ve casuslukla suçlanarak idam edilen Ethel Greenglass Rosenberg ve Julius Rosenberg. Bu sürede, özellikle Amerikalı aydınlar, baskı ve korku içerisinde yaşadı. Üniversitelerde büyük kıyım yaşandı. Profesörler işten çıkarıldı. 1951 yılında, 72 önemli üniversitede yapılan bir araştırma, baskıların, ‘öğrenciler ve hocalar üzerinde düşünce özgürlüğünü sinsice felce uğrattığı’ tespitine vardı. Ülke geneline yayılan baskılar sonucu New York’ta 33 öğretim görevlisi işten çıkarıldı, 283’ü ise istifa etti. Gönüllü istifa etmeye yanaşmayanlar, toplum önünde teşhir edilme tehdidiyle sindirildi. 1952’de, Los Angeles’taki 30 bin öğretmen tek tek gözden geçirildi. Sadece o yıl, Kaliforniya Üniversitesi’nden 100 öğretim görevlisi uzaklaştırıldı.

McCarthy’nin kara düzenine son veren, CBS’den Edward R. Murrow oldu. 3 Mart 1954’te ‘Joseph McCarthy Raporu’ adlı bir dosya, televizyonda yayımladı. Programda, McCarthy’nin söylediklerine aslında kendisinin bile inanmadığı, hatta onu izleyen takipçilerine hakaretler savurduğu teşhir edildi. Murrow, tüm zamanlara seslenen bir cümle ile tarihe not düşer; “Tarihimiz; biz ne yaparsak odur. Böyle giderse tarih öç alacak ve ceza bize kesilecek. İleride tarihçiler günümüz medyasını incelediklerinde, yaşadığımız dünyanın gerçeklerinde yozlaşma, dalalet ve dışlamanın izlerini görecekler. Televizyonun dikkatimizi dağıtıp, bizi gerçeklerden koparmak için kullanıldığını göremezsek, bu kutunun ne önemi kalır? Bu alet öğretir, aydınlatır, ilham verir. Ama bu, onu kullanan insanların amaçlarına bağlıdır. Bu alet, eğlendirmek ve dikkat çekmek dışında bir işe yaramıyorsa; televizyon içi ışık ve kablolarla dolu bir kutudur.” McCarthy, hakkındaki iddialar sonrasında Senato’nun karşısına çıktı. Amerikan halkının çoğunluğu, McCarthy’nin özgürlüğe düşman olan yüzünü dehşetle gördü. Tarihçiler: “Amerikan halkının kafasını karıştırıp saptırmak ve Amerika’nın dünyadaki itibarını düşürme konusunda, hiçbir kimse onun kadar başarılı olamamıştır!” saptamasında fikir birliğine vardı.

Türkiye’nin cadı avı/avları: cadı avı haklı gösterilmeye çalışıldı

cadı avı türkiyeİkinci dünya savaşı sonrası bu iki kutuplu dünyada, komünist bloğun coğrafi komşusu Türkiye’nin, soğuk savaşın kızışmaya başladığı süreçte siyasi olarak şizofrenik bir korku ortamına çekilmesi sonucunda Amerikan emperyalizminin ilk müdahaleleri Mayıs 1950’de Demokrat Partinin seçimleri zaferinin sonrası 1951′ de Adnan Menderes’in ünlü “Solcu Tevkifatı” ile başlatıldı. Bu dalga içerisinde TKP ile organik bir bağı bulunmayan ve daha önceki yıllarda aynı suçla tutuklanıp suçsuz bulunarak beraat etmiş olsalar da komünist diye damgalanan bir sürü aydın aylarca çok büyük işkenceler altında sorgulamalara tabii tutuldu. Demokrat Partiye oy veren kitlelere, komünizmin dinsizlik olduğu mesajları verilerek cadı avı haklı gösterilmeye çalışıldı. Soğuk savaş döneminde önemli olan Türkiye gibi mihver ülkelerinin pazarlarını karşı tarafa kaptırmamak ve bu ülkelerde solculara yani kendilerince komünistlere yaşam alanı vermemekti.

1975 – 1980 döneminde Cadı avı

Bu cadı avı 1975-1980 döneminde yine benzer motiflerle devam etti; ne sokaklarda “Komünistler Moskova’ya” şeklinde bağıran sağ siyasi görüşlüler ne Komünizmi, ne de sol görüşlüler SSCB Moskova’sını biliyorlardı. Bu av sırasında 1978’de 7 Türkiye İşçi Partili genç, Bahçelievler’de katledildi. Cadılarından kurtulan ülke, kapılarını ardına kadar yabancı sermayeye açtı. Emperyalizme her zaman başka cadılar gerekiyordu. 1990’ların başından itibaren yine ABD kaynaklı veya beslemeli akademisyen, ekonomist, gazeteci, politikacı, danışman unvanlı ağızlardan küreselleşmenin önemi hakkında konferanslar verilmeye, makaleler yazılmaya başladı. Ne kadar küreselleşirsek o kadar demokratik, özgür, mutlu ve zengin olacağımızı sandık. Emperyalizmin kuramcıları, küreselleşme vagonuna binip işlerine Batılıları ortak eden işadamı örnekleri vermeye başlayarak, yapay başarı öyküleri oluşturdu. Eksiğimizi bulmuştuk: küreselleşme.

Sonuç:

Geldiğimiz nokta, Arap Baharlarının fırtınaya dönüşmesi sonucunda emperyalizmin çemberinden çıkamamak oldu. Emperyalizmin cadılara karşı sürek avını sevdiği kuşkusuzdur. Ilımlı İslam adı altında farklı mezhepler, farklı etnik kökenler birbirleri ile çarpıştırılmakta ve avın IŞİD olduğu yalanı altında, muhalifler baskı altına alınmakta, susturulmakta ve tutuklanmaktadır. Küresel emperyalist güçlerin dünyayı şekillendirmesi yolunda cadı kanları dökülmeye devam edilecek görünmektedir.

İlgili yazılar

Tarihten Örneklerle Paralel Cadı Avı Analizi

Cadıyı Yakmak: Pınar Selek


Orta Çağ Türkiye’si ve Şovenizm