Birbirimizi ne kadar üzersek üzelim, hakaret edersek edelim, kimsenin bizi acıtmadığı kadar acıtırsak acıtalım, vazgeçemiyorduk bir türlü…
Birbirimizle çocuklar gibi bağıra çağıra, ama çok masum ve saf kişilerin yaptığı kadar kinsiz, nefretsiz, sadece çocuksu öfkeyle, paldır küldür attığımız küfürlerle, benim ayrılma tehditlerim, senin de zaten artık her şeyden doyduğun hakkındaki sözlerinle geçen sahneleri hatırlıyor olmalısın şimdi.
Ve hatta o yorucu, yıprandırıcı kavgalarımızın bile güzel olduğunu düşünüyorsundur şimdi. Çünkü o zaman ne kadar kızgın olsak da ne kadar öfkeyle boğula boğula bağırıp çağırsak da içimizdeki birbirimizi çok iyi tanıyan ama zamanlık unutan kısmımızla yinede bu dünyada sadece tek birbirimizi sevdiğimizi anlayarak yapıyorduk bunları…
Sanki hafızası kaybolan eski can dostumuza unutulduğumuz ve şimdi yanlış anladığımız için kızıyorduk ve üzüntüyle eskiden yaşadıklarımızın ne kadar harika olduğunu anlatmaya çabalamayarak, kendimizi yeniden tanıtmaya var gücümüzle çalışıyormuş gibi… Ya da annesi kendini unutan çocuğuna, hani ben seni şöyle emzirmiştim, şöyle sevmiştim, şöyle sarılıyordun ya bana diye diye onca acıyla sitem ediyormuş gibi. Birbirimizi ne kadar üzersek üzelim, hakaret edersek edelim, kimsenin bizi acıtmadığı kadar acıtırsak acıtalım, ama vazgeçemiyorduk bir türlü.
Birbirimizi seviyorduk ayrılamadık çünkü vazgeçmek ihanetti
Çünkü benim senden başka, senin benden başka kimsemiz yoktu böyle hakaretlerden sonra hemen sarılıp uyuyabileceğimiz, dövüştükten sonra hemen yara izlerine bakarak vicdanımız sızlayarak, için için acıyacağımız ve daha sıkı sarılıp, sevişeceğimiz…
Darmadağın odada yırtılmış elbiseler, kırılmış bulaşıklar arasında birlerimizin gözlerine bakarak, sarıldıklarımız, ellerindeki yüzündeki tırnak izlerine bakarak, ağlayarak öptüğüm ve senin de dağınık saçlarımı okşayarak, hüzünle sarıldığın, yırtılmış kağıtlar, parçalanmış yastıklar, dağınık yatak üstünde ihtirasla, kederle sevişmelerimizi hatırlıyorsundur sen de…
İkimiz de birer yalnızdık…
Hayır, tabi ki bizi kimse yalnız ve gariban sanmazdı, çevremizin çok sevilen, sayılan insanlarındandık ikimiz de, işimizde bizim yaşımızda erişilebilecek en yüksek noktaya gelebilmiş, mutlaka olağanüstü yetenekleri oldukları söylenen insanlardık, ailelerimiz bizimle gururlanıyor, dostlarımız övünüyor, çocuklar ve gençler heves ederek imreniyor, bizi kıskananlar bile saygıyla itiraf ediyorlardı ne kadar sıradan dışı, başarılı ve sevimli olduklarımızı. Ama her şey her şeye rağmen, biz yalnızdık, çünkü çok yabancıydık bu dünyaya, ikimizin de aynı yabancı olduğumuzu hissederek, birbirimizi bir kere buldukça, artık kimsenin bu yeri dolduramayacağını anlamıştık…
Defalarca bir birimize ayrılmak hakkındaki kararları söylemiş olsak da ayrıldıktan sonraki hayatımızı planlayıp, bunları paylaşmış olsak da birbirimizin dünyadaki en uyumsuz, en ters huyları olan çift olduğumuzu vurgulamış, her şeyi detaylarıyla titiz bir psikolog kadar analiz etmiş ve sonucu ayrılık diye çıkarmış olsak da gerçekten hoşça kal, ben gidiyorum ya da haydi güle güle git, demeye hiç zaman kıyamayacağımızı da biliyorduk… Ve yine birbirimizi acıtmaya devam ediyorduk bu tuhaf beraberlikte.
Beraber yaşadığımızda sana kendimi hiç mi hiç anlatamamıştım ama bir garip iç sezgiyle idrak ediyordum ki senin içinde beni uzun seneler süresinde, hatta bir değil, birkaç hayatlar sürecinde çok seven, ama ne zamandır unutmuş olan biri vardı…
Sen yanında olduğum sürece o içindeki beni tanıyan tarafını kendin de tanımayacaktın, ama ben senden uzaklarda olduğum anda mutlaka bulacaktın o içindeki beni de kendini de…
“Komilanın Mektupları” öyküsünden parça. Nodira İbrahim. (2009).