Sönen büyük hayatlar yaşıyoruz genç yaşımızda

Büyük hayatlar yaşıyoruz inanın… Ben herkesin şu hayran olduğu İstanbul cehenneminde doğdum. Çok zordu hayat başlangıçta; ben üniversiteyi kazanana kadar.

büyük hayatlar gençler zor zamanlar yaşıyor

Sonra en yakın arkadaşım Zümrüt’le eve çıktık. Zümrüt’ün hali vakti iyiydi. En iyi kolejlerde okumuş en pahalı markalardan giyinmiş en lüks semtlerde oturmuştu, akıllı kızdı da. Babası onu rakip firmanın ortağının oğluyla evlendirmek istediğinde kaçmıştık birlikte.

 

Üniversite okuyacağım diye tutturunca ailesi evlilik işini askıya aldı. Okula yakın bir yerde harika bir daire tuttular kızlarına. Bir güzel de dayayıp döşediler. Biz de geçip oturduk. Yükseğim de dahil 6 sene boyunca birlikte yaşadık o evde Zümrüt’le. Çok tertipli düzenli de bir kızdı. Son sene Mehmet diye bir çocuğa gönül verince iyice hali hoş oldu. Sık sık buluşur, sabahlara kadar telefonda görüşür oldular. Bense o taraklarda bezim olmadığını her fırsatta dile getirmeme rağmen Mehmet ile birlikte sürekli beni birileriyle tanıştırıyorlardı. Hepsiyle nezaketten konuşuyor, saçma esprilere gülüyordum. Vakit kaybıydı benim için. Tanıştığım insanları hemen unutuyordum. Zaten benim aklım hiçbirinde değildi.


Yüksek lisans diplomamı da aldıktan sonra, biraz da Zümrütlerin yardımıyla, çok büyük bir yayınevinde editör yardımcısı olarak işe başladım. Editör Aysel Hanım biraz çatlak bir kadındı. Neredeyse bütün işlerini ben yapıyordum. Editör sayılırdım. Zaten hızla beni editörlüğe yükselttiler. İşimle o kadar meşguldüm ki Zümrüt’lerle görüşemez, kendi evime dahi yatmadan yatmaya gider olmuştum. Öğünlerimi geçiştiriyor, işim gereği partilerden partilere gidiyordum. Hatırı sayılır bir miktarda param olmasına rağmen başımı kaşıyacak vaktim yoktu. Yine de mutluydum. Yalnızlığıma, işlerime, o keyifsiz partilere, sahte insanlara rağmen mutluydum. Çünkü hepsinin acısı ofisimde saatlerde çalışınca yerini tarif edilemez bir keyif ve mutluluğa bırakıyordu. Gün geçtikçe daha büyük evlere taşındım, daha lüks arabalar aldım, daha pahalı giyindim. Gerçi bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyordu. Mutluluk bunlarla ölçülmezdi benim için. Sonra ne mi oldu?

Bir sabah Zümrüt telefon etti. Ağlıyordu. Mehmet ile evlenmek istediğini ailesine söylemiş ve ailesi de şiddetle karşı çıkmıştı. Babasının gözü rakip firmanın ortağının oğluyla o kadar çok dönmüştü ki… Zaten karanlık da bir adamdı.

Zümrüt daha fazla konuşamadı. Televizyonu açmamı söyledi. Ayda yılda bir açtığım o çok büyük, pahalı ama bir o kadar da değersiz kutuya baktığımda ağzım şaşkınlıkla açıldı. Mehmet’in evinde ölü bulunduğuyla ilgili bir haber vardı televizyonda. Bu kadarını tahmin etmezdim. Zümrüt’ün babasının bu kadar ileri gidebileceği aklımın köşesinden geçmezdi. Bu insanlık dışıydı.

Oysa Mehmet… O günahsız Mehmet. Zümrüt’ün gözlerinin içine bakardı hep. Her daim yanına oturur elini tutardı. Saygılı, kültürlü, okumuş, efendi bir çocuktu. Olan ona oldu. Dönmemek üzere gitti…

Kulağımda Zümrüt’ün ardı arkası kesilmez hıçkırıkları… Sürekli bana bu acıyla yaşamayacağını, bu vicdan azabıyla bir ömür geçiremeyeceğini, o gitmişken kendisinin burada kalmasının ona yapılmış bir saygısızlık olduğunu söylüyordu. Aniden, elveda dedi ve telefonu kapattı.

Anlamıştım. O da gidecekti Mehmet’in peşinden. Kendi canına kıyacaktı. O kadar acizdi ruhu. Ya da o kadar Mehmet’le doluydu ki yaptığının asillik olduğunu sanıyordu.

Ama ben arkadaşımı tanıyordum. Ne yapabileceğini tahmin ettim. Arabaya atladığım gibi cennete bakan pencereye gittim; Boğaz Köprüsüne… Ölmek için ne güzel bir yol ölürken bile cennet görünümlü cehenneme bakmak…

Koştum, koştum… Boğaz köprüsünün en güzel yerinde, güneşli bir ilkbahar gününde İstanbul’dan hayata veda etmek istemişti arkadaşım. Onu engellemeliydim. Onun yanında olmalıydım. O günleri birlikte aşmalıydık.

 

istanbul boğaziçi köprüsü

Onu gördüm. Şiddetli bir şekilde esen rüzgar uzun siyah saçlarını karıştırıp zaman zaman yüzünü kapatmasına rağmen gözlerinden akan rimelleri, gözaltı morluklarını, bir gecede yirmi yıl yaşlanmış yüzünü görmemek imkansızdı. Onu anlamak isterdim. Ama ben eksiktim. Hiç aşık olmamıştım ki…

“Elif” diye bağırdı bana, “Engel olma gideceğim.”

Elimi ona doğru uzattım. Baktı sadece. “Gitme” dedim. Ağlamaya başladı.

“Ruhum olmadan yaşayamam. O yoksa ben zaten ölmüşüm. Sadece bedenen buradayım. Bırak bedenim de bu dünyada fazlalık yapmasın. Aşkımla huzur bulayım.”

Gözlerim doldu sadece. Haklıydı belki. Bundan sonraki hayatı ona acı verecekti. Öyle bir ailesi varken. Kalsaydı ne olacaktı? Babasının istediği kişiyle, Sevinç Holding’in varisiyle yani çocuğun kendisi bile istemediği halde zorla Kenan Sevinç ile evlenecekti. Kenan Sevinç kötü birisi değildi. Zümrüt’ten birkaç yaş büyüktü. Sosyetenin gözde bekarlarından olduğu halde o da Zümrüt gibi babasının sadece piyonuydu. Daha küçükken kararlaştırılmış bir evliliğin vazgeçilmez elemanıydı ikisi de. Onunla evlenirse en güzel yalılarda oturacak, en pahalı yemekleri yiyip, en güzel giysileri giyecekti. Davetten davete koşacak ve babasının şirketleri birleştirme çabasında bir araç vazifesi görecekti. Belki çocukları olacaktı… İstemediği bir adamdan, istemediği şekillerde. Kenan iyi birisi olsa bile Mehmet değildi. Toprakla sevdalanan Mehmet…

Kalpsiz, vicdansız bir insan değildim. Zümrüt’ü ikna etmek için elimden geleni yaptım. Konuştum, anlattım. Kararından dönmedi. Gidecekti. Belki de en iyisi bu desem de insanlığıma yakıştıramıyor, vicdanıma sığdıramıyordum.

“Gidiyorum ben Elif. Yeniden yaşamaya gidiyorum. Emin ol ölmedim ben. Atladığımda yeniden dirileceğim. Mehmet’imin yanında huzur bulacağım, hayatıma yeniden kavuşacağım. Sakın itiraz etme, kendini suçlu hissetme. Nasılsa bir gün tekrar görüşmeyecek miyiz? O zamana kadar hoşça kal.”

Sarıldı bana sıkıca. Ne yapıyordum ki ben? Ona engel olmalıydım değil mi? Ama olmadım… Böyle istiyordu çünkü. Böyle mutlu olacaktı o. Yaşasaydı ölecekti. Öldüğü için yaşayacaktı şimdi.


 

sonen büyük hayatlar gençler

Kollarını açtı sonsuzluğa… Son kez kucakladı İstanbul’unu. Geride bıraktığı 28 yılını kucakladı.

Atladı mutluluğa… Mehmet’inin bağrına atladı. Beyaz bir güvercin özgür kaldı sonunda.

Arkasından bakmadım elbet. Cani değildim ben. Telefon açtım. Polisi aradım. İsmimi vermeden ihbar ettim. Hızlıca eve gittim sonra. Gerisi karmaşa; muhabirler, kameralar, adli tıp, ekipler… Ne ağladım, ne güldüm. Ruhumda büyük bir boşluk, huzursuzluk patlak verene, yerini duygu karmaşasına, ağlama nöbetlerine bırakana kadar şokta olduğumu anlamadım. Bir kitapta okumuştum insanlar şoktayken böyle oluyormuş diye.

Sonra telefon çaldı. Cenazesi bulunmuş. Ailesi görmeyi reddettiği için kimlik tespiti için beni çağırdılar. Acı…

Büyük bir uyuşukluk, sanki tonlarca uyuşturucu almışım gibi… Şehrin üstüne gece çöken sis gibi bir pişmanlık sanki hiç engel olmamışım gibi… Büyük bir yalnızlık sanki hiç yalnız değilmişim gibi… Büyük bir kıskançlık ki; o en kötüsü. O büyük aşka duyulan kıskançlık bendeki.

Morga gittim sanki her gün morglarda geziyormuşum gibi. O olduğundan emindim çünkü gözümün önünde bir hayatın solmasına izin vermiştim. Belki de solan bir hayatın parlamasına…

Kendi iç çatışmamı bırakıp, morg görevlisinin açtığı çarşafın altındaki yüze baktım. Zümrüt, adı gibi zümrüt gözleri beyaz örtüyle kaplanmış, akan rimelleri temizlenmiş, hafif bir deniz kokusu taşıyordu üzerinde. İçimde kopan fırtınalar, hortumlar, çakan şimşekler hırçınlaştı. Hırçınlaştıkça kendimden soğudum. Tek bir şeyi görene kadar… Bembeyaz dudakları narin bir tebessümle kıvrılmış, huzurlu bir şekilde gülümsüyor adeta pişmanlık duymamamı, korkularımın aksine mutluluğa eriştiğini ispatlamaya çalışıyordu.

Hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. En yakın arkadaşım mutluydu. Uzaklarda sevdiceğiyle birlikteydi. Oysa ben?

Umutsuzluğum günden güne artıyor, ruhumun eksik kalan kısmı hiç dolmayacak diye endişeleniyordum.

Yayınevinin kuruluşunun yirmi beşinci yıl partisinde ilk defa gördüm onu. Uzaktan baktı bana önce. Anladım, o farklıydı. O da anlamıştı aramızdaki görünmez bağı. Birbirimizi yıllarca tanıyormuş da yüzlerimizi unutmuşuz gibi bakıştık sadece.

Sonraki birkaç gün yaşamıyordum sanki. Robot gibi işe gidip geliyordum. Yirmi yedinci doğum günümde onu tekrar gördüm ve emin oldum. Ben aşıktım ona. Aşık olmuştum. Çarpılmıştım resmen. Ben ben değildim. Aşk buydu biliyordum çünkü Zümrüt de böyle olmuştu Mehmet’i ilk gördüğünde.

Partinin birinde tekrar karşılaştık. Ve o melek, ağır adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Kahverengi gözleriyle gözlerimin ta içine baktı. Kalbime dokundu sanki. Ürperdim.

Elini uzattı. “Merhaba, Elif. Ben Kenan Sevinç!”

Tokalaşmak için elimi uzattım ben de. Ama biliyordum o melek, o aşık olduğum melek benim Azrail’imdi…

İlgili yazılar

Belirsizlik süreci içinde sürüklenen yaşamlar

Rölantide Yaşamak


Cesare Pavese: İntiharı Sayıklamış Bir Şairin Yaşama Uğraşı