Çocuk toprakla oynamadan çocuk olduğunu nasıl anlayabilir? Toprak özüdür insanın. Oysa şimdiki çocuklara bakıyorum, ne bahçede oynayabiliyor, ne de dilediğince yaşayabiliyorlar çocukluklarını… Her yer beton yığını yapılarla dolu, sokaklar araçlardan geçilmediği gibi, çevre tüm çocukların özgürce oynamalarına olanak sunmuyor günümüzde. Çocukluğumun kayıp aranıyorları: Geçmişe özlem…
Bu yazıyı okuduğunuzda bazılarınızın aşina olduğu ama üzerine sünger çektiği bir geçmişe yolculuk yapabileceğini biliyor ve sezinliyorum. Her ne kadar bire bir yaşantıların aynı olmayacağına da kanaat getirebilirim. Sadece anımsattıklarıyla sizleri bir nebze duygulandırabilir, yolculuğun en hassas yıllarına taşıyabilirim. Çocuk olmak, dünyanın en güzel ve en saf halidir ki ne olduğunu bile anlayamadan büyüyüveririz. Lakin anlata anlata bitiremediğimiz hikayelerimiz de zamanla soluverir.
Yine de bilincimizi zorlayarak bazı özel anılarımıza da ulaşmak mümkündür. Yaşantımıza ortak ve de şahit olmuş çevremiz ile bir araya geldiğimizde bile konu mutlaka geçmişteki bir anımıza uğramadan geçmez. Bunları düşünürken kah tebessümle zamane yıllara dalar; kah hüzünlenir, gözlerimize dolan damlaları tane tane hissederiz. Ben bu damlaları ne yazık ki seviyorum; çünkü bana beni hatırlatıyorlar.
Bir zamanlar herkes gibi ben de bir çocuktum.
Biraz asi, biraz fazla inatçı ve doğayla hayvanlarla tüm kalbiyle dost… Ben doğmadan önce annemin çok samimi olduğu yakın arkadaşıyla aynı zamanda çocuk sahibi olmak istemeleri ve bizlerin doğumu bu hayatta arkadaşlığın da, kardeşliğin de, beraber büyümenin de büyük bir keyif ve mutluluk olduğunun farkına, erken varmamı sağlamıştı. Vakit geçerdi, bugün de geçiyor… Ama o zamanlar geçmesin, bitmesin isterdik. Misafirliğe gittiğimizde yediğimiz mısırların tadı gibi sohbetler de başka olurdu.
Ailelerimiz derin mevzulardan söz ederlerken, bizler de bir kenarda oyunlarımızı oynar ya da bazen televizyonun karşısına küçükten büyüğe dizilir, kimimiz pür dikkat kimimiz ise yorulana kadar izlerdik efsane çizgi kuşağı olan, Tom ve Jerry’nin kaçışmalarını, Pembe Panter’in entrikalarını, gölgelerin gücü adına He-man ve olmak istediğimiz She-ra’yı… Evlerimizin bahçeleri vardı, belki de en güzeli buydu diyebilirim.
Bir çocuk toprakla oynamadan çocuk olduğunu nasıl anlayabilir?
Toprak özüdür insanın. Oysa şimdiki çocuklara bakıyorum, ne bahçede oynayabiliyor, ne de dilediğince yaşayabiliyorlar çocukluklarını… Her yer beton yığını yapılarla dolu, sokaklar araçlardan geçilmediği gibi, çevre tüm çocukların özgürce oynamalarına olanak sunmuyor günümüzde. Toplumsal korku ve endişelerimiz çoğaldı. Dizimin dibinde olsun, yeter ki olası bir kötülüğe maruz kalmasın düşüncesi arttı zihinlerimizde.
Gerçek paylaşımlar azaldı, eskiden birlikte oynadığımız oyunların yerini, bolca şiddet içeren filmler, sözde sosyalleşme adına sanal paylaşım siteleri, bilgisayar oyunları gibi beyni hipnotize eden vasıtalara bıraktı. Her şeyin değerinin maddi olacağına kendimizi ve çocuklarımızı inandırdık. Maneviyata olan inancımız gerilerde kaldı. Bizler inanmazsak çocuklarımızı nasıl inandırabilirdik? Üzülüyorum, belki de onların bizim gibi anlatacakları içten hikayeleri hiç olmayacak.
Zamanın bir ruhu varsa o da eskidendi; benim de delice bir sevdaydı mesela kitaplara olan düşkünlüğüm. Hele gözümün önünden gitmeyen halamın, o büyük kitaplığı… Her ne kadar kitaplarının yeri değişse de, hayatım boyunca benim hatıralarımdaki kare hep aynı güzellikte yerini korumaktadır. Bana oku diyen ses, çocukluğumun en güzel sesi olduğu gibi…
Kitapların öğreteceği pek çok şey vardı; Küçük Kibritçi Kızın, soğuk havalarda kibritlerini satabilmek için verdiği mücadeleden, öksüz ve üvey anne zulmünde olan Grimm Kardeşler Hansel ve Gretel’e kadar birçok masalı bir arada sayabilir, hatta anlatabilirim sizlere. Biraz daha büyüdüğümde masalların ötesinde, favori kitaplarımdan Edmondo de Amicis’in Çocuk Kalbi’ne yasladım kulağımı, henüz üçüncü sınıf öğrencisi Enrico’nun, ailesinin de disiplin ve nizamı ile insani değer yargılarının, yardımlaşmanın, saygının en önemli vasıflarımız olduğunu hatırlatıp; hatalarımızı ve bunların telafisini, bir çocuk hissiyle öylesine güzel notlar ve karşılıklı mektuplarla anlatmıştır ki çocukluğumun en unutulmaz klasiklerindendi.
Şeker Portakalı
Hatırlar mısınız Jose Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakal’ını… Yine bir çocuğun bakış açısıyla yazılmış harika bir yapıttı. Beş yaşındaki yaramaz Zeze, bütün çocuklar gibi aslında anlaşılmak ve sevilmek derdinde olan yoksul bir ailenin çocuğuydu. Diyordu ki kitabında: Godoia… Neden kimse beni sevmiyor? / Çok budalasın. / Bugün üç kez dayak yedim. / Hak etmemiş miydin üçünü de? / Onu demek istemedim. Kimse beni sevmediği için, dövmek istediklerinde herhangi bir şeyi bahane ediyorlar.
Çevremizde de Zeze gibi meraklı ve her şeyi keşfetmeye çalışan çocuklar yok mu?
Ve bu çocuklar hareketlerinde kontrolü sağlayamadıkları zaman şımarık Zeze gibi görülebiliyorlar. Oysa çocukların yaramazlıkları, büyüklere özgü yapılan bilinçli bir eylem değildi. Onlar çocuk gibi yaşamanın gerekliliğini yerine getiriyorlardı sadece. Sizler hiç çocuk olmadınız mı? Zeze, sevgi ve ilgi gördüğü her şeye yaklaştı. Şeker Portakalı ağacıyla konuştu, onu benimsedi. Bütün olanları, her gün fidanına anlattı. Küçücük bir çocuğun, kocaman yüreğiyle öyle dokunaklıdır ki sözleri… Bir çocuk kitabı şu an bile hayatınızı değiştirebilir, inanın buna…
Rotamızı belirleyen yaşam yalnızca okul hayatı ya da deneyimlediklerimizde değildir. Bunların yanı sıra ince işlenmiş, detaylarda saklıdır özel olan. Kimi zaman, bir insanın tecrübelerindedir, sözlerine vuran umut dolu yazılarındadır, başkasının görmediğini gören gözlerimizdedir. Hepsinin toplamı ya da bir kısmıdır. Sizi başkasından ayıran özellik, kimseyle aynı olmayışınızdır. Fakat bu değildir ki ideal ve başarı peşinde hırsla koşarken; paylaşmayın, yalnızlığa boğun, kapatın kendinizi… hayır bunu kastetmiyorum. Bilakis, her şeyin yeri ve zamanını iyi ayarlamalı, sevdiklerimize ve kendimize bolca verimli zaman ayırmalıyız. Çocukluğunuzun o haylaz günlerinde olduğu gibi ruhunuzun özgürlüklerini dinleyip, arada masum bir çocuk edasıyla serbest kalmaya, yeniden çocukluğunuzu yaşamaya hakkınız yok mu?
Nerede o eski bayramlar! Dediğimiz bayramlar…
Bayramlar değişmedi ki! Zaman değişti, etrafımızdakiler değişti, haliyle bizler de çağa ayak uydurarak kendimizi değiştirdik. Yoksa o günlere bakarsak, alınan bayramlıkların, ziyaret edilen büyüklerimizin heyecanı ancak uykusuzlukla sonuçlanabilirdi. Çocuktuk işte… Uyuyamazdık. Şimdi yeni bir giysi almak kimi mutlu ediyor? Büyüklerimizi ziyaret edemeyecek kadar da yorgunuz, dargınız, huysuzuz. Çocuklara suç bulmayın…
Gülümsemek daha kolaydı çocukken. Gökyüzündeki şekilleri birleştirerek sevdiklerimizi, yitirdiklerimizi yerine koyardık. Hayatı daha kabullenir kılabilmeyi sağladı bu bize. Yakınlarımızı, acıların içine gömmeyi değil; hep orada, karşımızda olduğu düşüncesiydi telkinlerimiz. Büyüdükçe şekiller bozuldu, çocuk olmak hayalleri geniş olmak demekti. Çocukları anlamak bu yüzden zor olsa gerek şimdilerde.
Yolda küçük, yaralı bir serçeye rastlasak, alıp iyileştirmeye, beslemeye çalışırdık.
Minicik avuçlarımızda ısınması için koruyucu aile görevi üstlenmeye seve seve gönüllüydük. Ancak yine de yaşatamadığımız serçemiz için günlerce odamıza kapanmak da ayrı bir yasımızdı. Ne kadar haylaz olurlarsa olsunlar, çocuklar incelikleri olan varlıklardır. Neye üzüldüğünü anlamak için ona sarılmanız iyi gelebilir. Benim için en azından böyleydi. Babam yanıma gelip, beni ikna edene kadar, o odadan çıktığımı hatırlamıyorum.
Sevdikleriniz vardır ama daha çok sevdikleriniz ve vazgeçemedikleriniz daima olur. Sizi bir anne edasıyla sarıp sarmalar, okul dönüşünde aldığı simiti sizinle paylaşır. Resim yapmak istediğinizde modeliniz o olur. Yazdıklarınızı, sizin kadar önemseyerek o dinler. Çocukların ilgi duyduğu yetenekleri ön planda tutmak herkese yetecek kadar mutluluk yayar etrafınıza. Ve hayatımızda hep rol aldığımız birileri vardır. Bu etkili kişi de size en yakın olandır, unutmayın.
Zamanımın Calcium Sandozları…
Hani şu suda eriyen vitamin tabletleri. Doktorlar da bugünküler kadar mesafeli ve bilgilerini kendilerine saklayanlar değildi ayrıca. Hasta olmaya bayılırdım çocukken. Çünkü bir çocuk doktorum vardı ki benim, ona melek doktor diyebilirdiniz. Annemle yanına her gittiğimizde benimle konuşmayı, empati kurmayı öylesine ustaca başarırdı ki… Benim sandozlarım bitti demeye kalmadan yazardı reçetesine birkaç kutu vitaminlerimi. İşte bu kadar basitti bir çocuğun gönlünü kazanmak; biraz ilgi, biraz da sevgi eklersek oldubittiydi…
Aile çay bahçeleri, parklar ve lunaparklarımız… Hangi çocuğa sorarsanız sorun, hiçbiri hayır demez zannımca. Yanımızda anne babalarımız, belki teyze ve kuzenlerimiz, cümbür cemaat akşam gezmesine çıktığımız o püfür püfür esen havanın eşliğinde, hiçbir satıcıyı boş geçirmediğimiz seyyar abla abilerimizden aldığımız çerezlerle, dondurmalar, renkli macun şekerleme ve pamuk şekerleriyle, uçan balonlar…
Çarpışan arabalar, dönme dolaplar ya da kaydırak, tahterevalli ve salıncaklar… Sosyal nimetlerden doyasıya faydalandığımız için eğlenmenin de, paylaşmanın da kıymeti paha biçilmezdi. Gerçek huzur o günlerde miydi acaba?
Çocuk olmak, özlem duymaktı geçmişe. Çocukluğumuzun geçtiği ev, mahalle, sokaklar, oyun arkadaşlarımız, hatırlayıp da hatırlayamadıklarımız, belleğimizde kaybolup gidenler hepsi yaşanmış defterlerimizin içinde… Ve bu devirdaim sürüp gidiyor… Dileğim çocuklar da, çocukluk değerlerini kavrayarak yaşasınlar. Bir yetişkin gibi değil; doyasıya, hürce, gerçek mutluluklar dahilinde ve anılarını biriktirerek ceplerine…