Farkında olamayacak kadar küçüktüm ama hatırlıyorum!

Hatırlıyorum, kendi karanlığıma uyandığımın farkında değildim henüz. Düşüyordum. Her seferinde. Önlenemez bir düşüş. Her gece. Uyanıyordum. Farkında değildim. Kurtuldum zannediyordum. Sanki özgürlüğüme doğru düşüyordum. Her defasında uyku ve uyanıklık arasında…

 

Birden oluverdi. Fark ettim. Aslında bu hayatıma düşüyordum. Uyanarak. Uyanarak…

“Labsang” diye seslendi annem.


Dönüp bakmadım bile. Suçumun farkında idim. Tek isteğim, dışarının ne kadar tekinsiz olduğu umurumda olmadan, annemin yaptıklarımdan dolayı beni bu sefer cezalandırmasını ertelemek için dışarı çıkmaktı. Hep kızardı sadece.

“Labsang, oğlum, sen bizim emanetimizsin” diye tekrarlardı her seferinde.

Daha yeni konuşabiliyordum onunla. Babam benim konuşmaya başladığımı öğrenmiş miydi acaba. Çok uzaklardaydı. Bir Lama’nın görevi icabı uzaklara gitmesinin, ailesi için ne kadar gurur verici olduğunun farkında olamayacak kadar küçüktüm. Ama artık konuşabiliyordum.

“Labsang” dedi tekrar sert bir ses tonu ile ve ekledi:

— Sakın dışarı çıkma!

Bunlar annemden duyduğum son sözler oldu. Aradan çok kısa bir süre geçtikten sonra, sessizce, saklandığım yerden kapıya doğru süzülüp, benim için her zaman gizemli olmuş bahçeye doğru adımımı attım.

Pencereden dışarıyı izlemekten ibaret olan o kısa yaşamımı geride bırakmış, yürüyebilen, hatta konuşabilen bir şey olmuştum artık. Yaşadığımız yer, bulunduğumuz bölgedeki sıra dağların üst zirvelerinde bulunan bir dağ eviydi. Bir koruyucu, gözlemci evi gibiydi sanki. Dünya ile ilişkimizi kesen bulutların arasından çıkagelen misafirlerin durak yeri idi burası. Evet, dünyanın en uç noktasındaymışız gibi hissediyordum. Bulutlar bile yetişemiyordu boyumuza. Tek görebildiğim, uçsuz gökyüzü ve etrafımızı saran diğer dağların zirveleriydi. Evimiz, dağın yamaçlarında bir düzlüğe kurulmuş, uçurum ile aramızdaki sınırı belirleyen çift sıra çitler ile çevrilmişti.

Benim için henüz tehlikeliydi bahçemiz. Çünkü kendimi savunamayacak kadar küçüktüm. “kendimi neden savunamayacaktım.” “neden annem bana bunu tekrarlayıp duruyordu.” Beni bir şeylerden korumaya çalıştıklarının farkındaydım. “Ama ne idi? Bunu asla bilemeyecek miydim yoksa?”

“Puslu hava, bulutlar gökyüzüne varmaya çalışıyorlarmış gibi!” diye düşündüm. Fakat o kadar hızlı bir şekilde yüzümü yalayarak geçiyorlardı ki üzerimden, sanki bir şeylerden kaçıyorlarmış gibi bir his sardı içimi. Ürperdim. Karşı dağın zirvesi, sis bulutlarının arasından hayal meyal seçiliyordu. Görünen kısmı ise her zamankinin aksine nefti bir koyuluktaydı. Diken diken olan tüylerim, dışarı çıkmak için hiç doğru bir zaman olmadığını hatırlattı bana. Bir şeyler ters gidiyordu.

Etrafıma göz gezdirmeye koyuldum. Aşırı soğuktan donmuş toprağın üzerinde toz parçacıkları bir o yana, bir bu yana sürükleniyordu. İçerideyken bile rüzgârın hızını, evimizin sağ tarafında, bahçe girişine dikilmiş olan kıpkırmızı kumaş parçasının paramparça olma pahasına, tutunduğu yerden kopma çabası sayesinde hissedebiliyordum. Fakat bahçedeyken, esen rüzgârın boyutlarının daha da farkına varabiliyordum. “en azından ayakta durabiliyorum” diye düşündüm.

Ve bahçenin ortasına doğru yavaş yavaş yürümeye başladım. Sis daha seyrek aralıklarla yalamaya başlamıştı bahçeyi. Eve doğru başımı çevirdiğimde, hiç olmadığım kadar kendimi bedenimin içine hapsolmuş hissetmeme neden olan bir çift göz ile karşılaştım. Bir o kadar hızlı kurumuştu boğazım. Bağırmaya çalıştım umutsuzca. Sanki sesim yok oluyordu ben çabaladıkça. Kim bilir ne zamandır orada duruyordu? Sis dağılmasaydı beni fark edebilir miydi?

Geri geri gitmeye başladım, uçuruma doğru. Altın sarısı ve siyah çizgilerinin uyumu ve kusursuz güzelliği, adını bile bilmediğim bu yaratığı zihnimde uysallaştıramamış, masmavi ve derinden bakan gözlerine kilitlenmiştim. Hipnotize olmuş gibiydim, sessiz ve ne istediğini bilen adımlar ile üzerime doğru gelirken. Tökezleyen ayaklarım, kalp atışlarımı 2 belki 3 kat arttırmanın yanında, bir an önce doğrulup çitlere doğru koşmama neden olmuşlardı. Arkama bakmasam da bana doğru hızla yaklaşan 4 pati sesinin kulaklarımda çınlaması, nefesini ensemde hissetmeme neden oluyordu. Çitlere varır varmaz, iki çitin arasından vücudumu dışarı çıkartmam, uçurum ile yüz yüze gelmeme neden olmuştu. Hiç bu kadar yaklaşmamıştım ona. Artık tanışmıştım. İstemesem de. Aynı anda hiç tanışmak istemediğim iki şey.

Kafamı çevirip baktığımda, yaratığın bahçenin tam ortasında durduğunu gördüm. Yavaş adımlarla üzerime doğru yaklaşıyordu. Avının avucunun içinde olduğundan emin, yavaş adımlarla bana doğru yaklaşırken artık seçme şansımın olmadığını hissediyordum. O yaşta bir çocuk ne yapabilirdi ki bu iki tehlikeye karşı! Değil Karar verecek, yardım isteyecek güce bile fırsat bulamamıştım. Ve yaratık kükreyerek bana doğru koşmaya başladığında, gözlerimi sımsıkı kapatıp istem dışı da olsa:

“Anneeeeeee” diye bağırmayı başarabilmiştim…

Ayak sesleri duyuluyordu. Hızlı hızlı bana doğru koşan ayak sesleri. Gözlerimi açtığımda her yer karanlıktı. Her şey.

“Çıt” diye bir ses duyuldu ve etraf öyle bir aydınlanmıştı ki bu sefer ışığın gücü, gözlerimi tekrar kapatmama neden olmuştu. Ağlıyordum. Anlam verebilecek durumda bile değildim.

“Ne oldu sana oğlum?” annemin kadife gibi, sımsıkı sarıp sarmalayan sesini duydum. İçim birden huzur doldu.

— Kalk oğlum iç bu suyu, kabus görmüşsün…

Düşmüştüm bu hayata tekrar…

— Annecim, yalnız bırakma beni…


O gece annemin şefkatli kollarında, yüzüm babama dönük uyumaya çalıştım. En azından beni koruyacaklarını biliyordum. O kadar korkmuştum ki uzun bir süre başaramadım uyumayı, fakat uyku, güçsüz bedenimden, ben farkında olmadan, beni yine çekip aldı.

— Hadi kalk oğlum, kahvaltı hazır.

— Peki anne geliyorum.

Tekrar buradaydım. Bir annem, bir babam, ablam ve kardeşim vardı. Gözlemliyordum. Onlar gibi davranıyordum. Kopyalıyordum kendimi. ‘Papağanlar taklitçi hayvanlardır’ diye düşünürdüm o zamanlar. Şimdi ise bize de o yaşta taklit etmeyi öğrettiklerini düşünüyorum.

“Baba” de oğlum, “Ham” yap oğlum, Hanım, koş bizim oğlan kedi gibi miyavlıyoooor.

Ve daha niceleri… Anlam veremediğim o kadar çok hayat gerçeği vardı ki! Bu hayatın gerçeği. İllüzyon. İllüzyonlardan kurulu koca bir illüzyon. O yaşta, etrafındaki illüzyonun gerçekliğine kapılıyor insan. O yaşta bile bazen, sadece zannettiğinin farkına vararak. Fakat buna bir anlam yükleme cesareti olmadan. Daha çok küçük.

‘Kim beni yarattı’lar, ‘tanrı nerede’ler, ‘ben kimim’ler hayatımızı tabu ile doldurdu ebeveynlerimizin sayesinde.

“Tanrı her şeyi görür oğlum. O her yerdedir. Bu sorular günah. Böyle sorular sormamalısın. Çok tehlikeli. Günah işlersen cehennemde yanarsın”

“Günah, cehennemde yanarım” iyi de aklımdan çıkmıyor… “Tanrım, sana seni yaratanın kim olduğunu sormamam için bana güç ver”

— ‘Evet anne, bir aslan peşimden koşuyordu. Kocamandı. Çok korktum’

— Oğlum yatmadan önce 3 defa besmeleyi oku, tanrı hep yanı başında olacaktır. Ben de yanında olacağım. Sana asla kıyamam.

— Peki anne.

O kadar çocuktum ki rüyamı aklımdan çoktan çıkarmıştım bile. Hem artık besmelem yanı başımdaydı. Fakat nereden bilebilirdim ki aslında burada olduğum kadar orada da olduğumu. Elbette bilemezdim! Çocuktum daha…

— Hadi oğlum, Allah rahatlık versin. Besmeleyi unutma canım benim üç defa.

Sütümü içtikten sonra, annemin kadife gibi sözlerini de duyduktan sonra, ışık kapanmadan önce gözlerimi kapatmalıydım. Bu isteğime engel olmayıp hemen en güvendiğim karanlığıma geri döndüm. Korkutmuyordu nedense gözlerimin karanlığı. Fakat Karanlıkta kalmak istemiyordum.

“Anne, ışık açık kalsın”, diye mırıldanmıştım.

— Biz yanında uyuyacağız ama.

— Siz gelene kadar anne, lütfen!

— Peki oğlum.

Yazar: Maksut Aşkar

İlgili yazılar

Çocukluğumun Kayıp aranıyorları

Çocuklar anne babayı rol model olarak alıyor


Uzay Çağı’nın çocuklarıyla iletişimin önemi


Editor
Haber Merkezi ▪ İndigo Dergisi, 19 yıldır yayın hayatında olan bağımsız bir medya kuruluşudur. İlkelerinden ödün vermeden tarafsız yayıncılık anlayışı ile çalışmaktadır. Amacı; gidişatı ve tabuları sorgulayarak, kamuoyu oluşturarak farkındalık yaratmaktır. Vizyonu; okuyucularında sosyal sorumluluk bilinci geliştirerek toplumun olumlu yönde değişimine katkıda bulunmaktır. Temel değerleri; dürüst, sağduyulu, barışçıl ve sosyal sorumluluklarının bilincinde olmaktır. İndigo Dergisi, Türkiye’nin saygın İnternet yayınlarından biri olarak; iletişim özgürlüğünü halkın gerçekleri öğrenme hakkı olarak kabul etmekte; Basın Meslek İlkeleri ve Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ne uymayı taahhüt eder. Ayrıca İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni benimsemekte ve yayın içeriğinde de bu bildiriyi göz önünde bulundurmaktadır. Buradan hareketle herkesin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin eşitliğine ve özgürlüğüne inanmaktadır. İndigo Dergisi, Türkiye Cumhuriyeti çıkarlarına ters düşen; milli haysiyetimizi ve değerlerimizi karalayan, küçümseyen ya da bunlara zarar verebilecek nitelikte hiçbir yazıya yer vermez. İndigo Dergisi herhangi bir çıkar grubu, ideolojik veya politik hiçbir oluşumun parçası değildir.