Hayatın emaneti, aşkın sırrı ve ölüm gerçeğinde gizli!

Hayat emanet olarak ne bulduğumuz değil ne yarattığımızdır ve biz bu hayatın emanetçisiyiz. Bulduklarımız dündür, biz ise bugün olmalı ve bugünü yaratmalıyız. Yaratacağımız ve hükmümüzü sürdüreceğimiz ve bizim olan tek şey ise sadece bizim tarafımızdan bestelenen coşkuyla söylenecek kendi türkümüzdür.

hayat aşk ve ölüm bale

Aşk ve Ölüm

Herkesin kaçınılmaz bir şekilde mutlaka ve mutlaka tecrübe ettiği tek bir olay vardır. En güçlüsünden en güçsüzüne, en akıllısından en delisine, en sağlıklısından en hastasına, en mutlusundan en mutsuzuna, en zengininden en fakirine tüm insanların ortak ve son yaşam tecrübesidir ölüm…

Hem de öyle bir tecrübedir ki diğer tecrübeler gibi geride kalıp onu henüz yaşamayan tek bir kişiye aktarılamaz, anlatılamaz. Geriye dönüşü yoktur yaşamın, ölüm geldiğinde… Ölümün kesinliği ve mutlaklığı, ölümden sonrasının belirsizliği insanın içini ürpertir, kanını dondurur, nefesini keser çoğu zaman. Dünya yüzündeki insanları eşit kılan tek özellik ve olaydır ölümün eli. Onun elinin değdiği herkes, bir anda bütün dünya zenginliklerinden, edindiklerinden, sevdiklerinden ve hikayesinden arınıp, tüm insanlığın eşit olduğu o bilinmez boyuta ve huzura çıkar. Sağlıklı yaşama, genç kalma ve ölmeme çabaları bir gün mutlaka onun gelişiyle son bulur. Kaçınılmaz ve amansızdır ölüm bir gün, yaşamanın doğan güneşe doymak bilmeyen aç hırsına rağmen…


O gelince borç olarak aldığımız bütün mutluluklar biter ve söylenmemiş sözler kolumuza takılıp bizimle gelir. Acısını unutamadığımız dünlerimiz el salladığımız son iskelede kalır. Yaşamadığımız sevdalarımız öksüz ve yetim, boynu bükük ardımızdan öylesine bakakalır. Geride bıraktığımız kötü izlerimizi temizleyemeden, affettiremeden, gideriz çoğunlukla. Vakit hep yetmemiştir kendimizi arındırmaya kötülüklerimizden.

Arkamızda kalan sebep olduğumuz gözyaşlarında yıkanıp, ruhumuzu temizlemeye fırsat kalmamıştır artık o geldiğinde… Elimizde ne varsa hayata ve yaşanmışlığa dair dünyaya emanet eder, güneşten yıldızlardan, günden, geceden, çiçekten, kelebekten, candan, canandan, dosttan, düşmandan özür dileyerek ayrılırız her birinin huzurundan. Her bir zerremizi dünyanın kara bağrına bereket olsun diye bırakır, aldığımız borcu eda ederiz sonsuz teslimiyetle. Yetişmeyen yarınların ufkuna baka baka, merhametsiz yaşanmışlıkların köleliğinden azat oluruz kafesinden kurtulmuş bir kuş misali.

Ve biz ona rağmen vefasızlıklara, bencilliklere, hatalara, gururlara, tüketmelere, dürtülere, sevgisizliklere yenik düşeriz tekrar tekrar usanmadan. Başka insanlara köprü kurmak yerine kendi çukurumuza gömülmeye, duvarlarımızı her gün bir sıra daha yükseltmeye, hayatı kullanma kılavuzumuza yanlış talimatlar yazmaya devam ederiz fütursuzca. Kendi yazdığımız yanlış talimatları uygulayıp bütün devrelerimize kısa devre yaptırmayı seçeriz yeniden ve yeniden.

Bize; ‘hükmünü sürdür, kendi duruşunla dur‘ diyen hayatın kendi öz diyalektiğinden vazgeçmesini bekleriz aptalca.‘ Korkma, sen ol,’ diye türkü söyleyen hayatın melodisine kapatırız kulaklarımızı. Kendi yarattığımız kafesimizde aslında var olmayan sanal parmaklıkları tutar, dışarıda uzanamadığımız mutlulukları içimizdeki acı veren gıpta ile seyrederiz çaresizce. Kendi kaderimize lanetleri yağdırır, hayata küfrederek tatmin olmaya çalışırız. “Adaletsiz dünya” terimi, yaşama yapıştırdığımız en masum etikettir, diğer küfürlerimizin yanında.

Oysa hayatın kendi kılavuzunda inanılmaz hassas bir adalet mekanizması vardır ve onun işletim sisteminde zıtlar birbirini çekerek dengede tutar yaşamı. Kendine güvenen insanın bir çekincesi olmaz ve aklına olumsuzluğu getirip derdi belayı çekmez hayatına; çünkü kendi vicdan mahkemesi beraat kararını vermiştir kendisi hakkında.

Herkes kendi cezasını, kendi vicdanının mahkemesinden çıkan kararın ürünü olan korku düşüncesi ile çağırır kendine. Vicdan; asla şaşmayan, eninde sonunda sahibini yargılayan, kararından kaçılmayan en acımasız mahkemedir ömrümüzde. Suçun amansızca cezaya doğru tek yönde koşması bu yüzdendir. İlahi adalet denilen en büyük mahkemeyi de tüm insanlığın vicdanlarının ortak şuuru oluşturur, tıpkı her derenin dönüşsüz ona aktığı bir havuzu doldurur gibi. Yaşamaktan, yaşarken hata yapmaktan, yargılanmaktan ve cezalandırılmaktan kurtulamazsınız; doğduysanız ve bilinciniz, vicdanınız verilmişse bir kere…

Yaşamın ne olduğu her bireyde değişik cevaplanır. Doğduğu aile, parçası olduğu toplum, eğitim, görgü, kültür, olanaklar, beklentiler, düşünceler, hayat felsefesi, hedefleri belirler her bireyin yaşam tarifini üşenmeden tek tek. Ne kadar insan varsa o sayıda evren ve yaşam vardır ve her birey ne zaman bir karar almaya kalksa kendi evreni bir başka evren daha doğurur. Çoğuldur yaşam; böylesine sonsuzdur, iç içe geçmiş, sayılamaz iplik yumakları gibi. Bu çoğulluğun içinde aslında her anın üzerinde inanılmaz güzel mutluluklar mevcuttur ‘ne zamanki‘ elimizi uzatıp tutacağımız her yerde. Orda durup beklerler bizim gözümüzdeki perde kalksın ve görelim diye. Hangi gözlükle, nereden ve kimden bakıyorsak görünen sadece bu üçlüye aittir gizemli bir şekilde. Tıpkı bir hapishanenin aynı penceresinden bakan iki adamdan birinin mavi gökyüzünü ve beyaz bulutları, diğerinin yerdeki balçık çamuru ve kara böcekleri görmesi gibi…

Yaşamın öz cevheri ise aşktır.

Aşk; yaradanın içimizde yaktığı, ezelde tutuşturulmuş, ebede giden, elden ele geçen, sönmeyen bir ateştir ve yaşadığımız sürece biteviye yanar durur, kimi gün gür alevler halinde kimi gün mum titrekliğinde. Heyecan ve tutkular iç alemimizin geriye yansımasıyla alevi canlandırır, korku ve çekinceler ateşi cılızlaştırır.

Yaşamın sırrı; o emanet ateşi hiç söndürmeden yangınlara çevirmek, o alevlerin kızılında ve ışığında resimler çizmektir. Yaşam bir beyaz kağıt gibi verilir elimize, renkli kalemlerle birlikte. Nereyi siyaha, nereyi pembeye boyarsak, hangi köşeye hangi şekli koyarsak onu seyrederiz elimize aynayı aldığımızda. Hayat ateşi bizim elimizde ve içimizde sönmeye yüz tuttuğunda, işte o dönülmez kapıdan geçmenin vakti gelmiştir bizim için.


Meşaleyi geride kalanlara teslim eder, vaktimiz varsa bir selam verir, yürür gideriz ölüme doğru.  Geriye dönüp bakmak sadece geçen ömrü sıkılarak tekrar seyretmekten başka bir şey kazandırmaz. Hayat filmimizi izlerken belki sadece bir kaç kareyi makaslamadan yerinde bırakırız emanet olarak ve ömür boyu hangi yaşam türkümüzü bestelemişsek onu dinletiriz arkamızdan.

Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi; ya lale açmıştır göğsümüzde yahut gül…

Dönülmez akşamın ufkundayız,
Vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm,
Nasıl geçersen geç.
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.

Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan.
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan,
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.

Gurûba karşı bu son bahçelerde keyfince ah,

Ya şevk içinde harap ol,
Ya aşk içinde gönül.
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül,
Ah dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç.

O ufka doğru giderken bütün yollardan ne için geçirildiğimiz sorusunu ne zaman kendimize sorsak cevaplar birbirine karışır:

Doğmak için mi, ölmek için mi, aşk için mi, yalnızlık için mi? Doğarken niye geldik, ölürken niye gidiyoruz, aşk mı, yalnızlık mı başarmamız gereken?

Aşklar yaşar, “bir” olur, sonra da yalnızlıklara ve ıssızlıklara yanaşırız, demir alınmayan limanlar gibi. Döner dururuz kaderimizin çemberinde sadece kendimize döndüğümüzü bilmeden. Herkes kendi yolunda yürür yalnız ve tek başına… Acı verse de bu yalnızlık asla değişmez. Birilerinin hayatına girdiğini ve yaşamı paylaştığını sanırsın ama zaman dilimleriyle sınırlanmış sanılardır onlar sadece… Gün gelir, an gelir farkına varırsın ki yanında devamlı kalan tek kişi sensin. İnsanların kendi dünyaları, duyguları, acıları kendinedir ve herkes kendine dönmek zorundadır, tüm itirazlara rağmen.

Terk edilmenin acısı dizeler döktürtür bazen;

Ve sen gittin,

Hiç acımadan… 

Ve yine benleyim…

Dönüyorum kendime, hiç bıkmadan…

Hayat bir filmse ya perdenin arkası?

Ölümle terk edilmek, terk edilmelerin en acımasızı, en çaresizi, en umutsuzudur. Hep sevdiklerimizin acısını hissederiz içimizde, onların hasretini, özlemini hissederiz ama bazı gerçekler var farkında olmadığımız. Aslında biz sadece tecelliyiz bu dünyada, yani yansıma… Gerçek ruhumuz ve özümüz sevdiklerimizle hep beraber ve birbirimizi her an duyup, hissedebiliriz. Görmediğimiz sadece bu dünyadaki aynalara yansımalarıdır. Zamanı gelince onları yine bir aynada seyredebiliriz. Hangi gözde veya hangi gülümsemede bize tekrar yansıyacaklarını, onları yaşayacağımızı ve bulacağımızı önceden bilemeyiz.  Çünkü asıl olan biz, sadece buradaki biz değiliz.

Bize buldurtulmaya çalışılan gerçek acaba bu mu, yoksa neden bu ayrılıklar terk edilmeler, yalnızlıklar ve anlaşmazlıklar?

Bu gerçek, tekrar tekrar yaşamın içinde bir köşelere saklanır, kimi zaman anlar ve bulur gibi olsak da ömür boyu peşinde koşarız. Bu sonu gelmez mücadele aslında gerçek benliğimizin yazdığı ve bize oynattığı bir oyun gibidir. Gerçek benliğimiz hangi konuda pişmesi ve öğrenmesi gerektiğini kendisi belirler ve o konuyla ilgili olayları kendi üzerine doğru çeker. Çekim yasası, bizim benliğimizin bize oynadığı bir strateji oyunudur. Bu oyunda, hayatı film seyreder gibi daha fazla farkındalıkla seyredebilirsek buranın bir perdeye yansıtılan görüntüler olduğunu hissedebiliriz.

Perdenin arkasındaki el ölümün eli mi, yoksa gerçek yaşamın ve ezelde meşalesi yakılan aşkın eli mi?

Bir gün bu film bitecek ve biz, kendimize dönüşümüzdeki bu yolda, ölüme kendimizden yeniden doğacağız ve aşk ile yanan ruhumuzla yüzleşeceğiz…

Yaşadığımız ve oynadığımız bu filmin içinde sahip olduğumuzu sandığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını unutmadan yaşamalıyız. Aslında biz bu hayatın emanetçisiyiz ve hayat emanet olarak ne bulduğumuz değil ne yarattığımızdır. Bulduklarımız dündür, biz ise bugün olmalı ve bugünü yaratmalıyız. Yaratacağımız ve hükmümüzü sürdüreceğimiz ve bizim olan tek şey ise sadece bizim tarafımızdan bestelenen coşkuyla söylenecek kendi türkümüzdür.

Ve türküler aşksız söylenmezler…

Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni bir şeyler
Söylemek lazım. Mevlana

Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır; merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde… Şems 40. kural

Hayat bir hediyedir, kabul edilmeli…

Hayat üzüntüdür, yenilmeli…

Hayat bir gerçektir, yüzleşilmeli…

Hayat bir görevdir, yerine getirilmeli…

Hayat bir oyundur, oynanmalı…

Hayat bir gizemdir, anlanmalı…

Hayat bir fırsattır, yakalanmalı…

Hayat bir yolculuktur, tamamlanmalı…

Hayat bir güzelliktir, övülmeli…

Ve Hayat bir şarkıdır, söylenmeli…


Kendi türküsünü ölüme inat, aşkla söylemeyi başaranlara ve sevgili Adnan Şerifoğlu’na…

Epik hikayelerin başrol oyuncusu: Aşk


Nesrin Dabağlar
İstanbul’da doğdu. İşletme ihtisası yaptı. 12 yıl bir devlet kuruluşunda muhasebe alanında çalıştı ve 1995-2008 yılları arasında özel sektöre ait çeşitli sağlık kuruluşlarında yöneticilik, danışmanlık ve halkla ilişkiler görevlerinde bulundu. 2008’den itibaren çalışma alanlarına eğitim sektörünü de ekleyerek özel bir üniversitede halkla ilişkiler ve organizasyon uzmanı olarak çalıştı. Bilimsel konuların insan ile ilişkileri, inanışlar ve inançlar konusunda araştırmalar yaptı. Özellikle kutsal metinler, tarih, psikoloji, fizik ve bilimdeki yenilikleri konu alan makaleler yazdı. 2006 yılında İndigo Dergisi'nin yazar ve muhabirliğini yapmaya başladı.