Kadınlar ve Maduniyet (1)

Kadın, on binlerce yıllık tarım toplumunda sadece üretme ve üretmek için gerekli enerji, kas imkanındaki dezavantajları yaşamadı. Bu alandan kaynaklanan ama artık aileye, dine, siyasete, diğer tüm üst yapı kurumlarına aktarılmış ve tüm bu alanlarda yeniden üretilen on binlerce yıllık bir ‘maduniyet’e dönüştü kadının yaşamı.

kadına şiddet maduniyet mağrur edebiyatı toplumsal cinsiyet

İstanbul, Bağdat Caddesi’nde, sabaha karşı evine dönmekte olan genci bıçakla tehdit ederek tecavüz eden insan görünümlü canlı tutuklandı. Dergimizin bu ay kapak konusu olarak bu başlığı seçmesi ile geçen hafta yaşanan olaylar arasında bir rabıta olup olmadığını gerçekten bilmiyorum, ancak bir kere bu başlık seçildikten sonra son yıllarda yaşadıklarımızdan başlayarak geçen haftaki tecavüz olayına kadar birçok konunun gündeme geleceğini, tartışılacağını, lanetleneceğini söyleyebiliriz.

“Kadınlar ve mağdur edebiyatı” başlığı oldukça tartışmalı. Tartışmalı dediysem kötü demek istemedim. Bildiğiniz “tartışmalı” işte. Malum, “edebiyat” (yapmak) deyimi bazen belagat, retorik anlamında hatta “boş ama süslü laf etmek” anlamında kullanılır. Bu anlamıyla edebiyat, konuya ilişkin bir küçümseme, önemsememe imasını da içinde taşır, “Edebiyat”ı bu anlamda kullanmayacaksak “mağdur edebiyatı” başlığı kötü değil, aksine güzel. Lakin yine de ben olsam “mağdur” yerine “madun” kelimesini seçerdim.


Gelin bu hafta sorunun neden mağduriyet değil maduniyet olduğunu tartışalım. Hem bu mağduniyete yol açan, hem de onu tartışmamıza imkan veren kapitalist üretim ilişkilerini tartışalım. Bunu yaparken de “enerji”yi konuşalım.

Hiç ilginizi çekmedi değil mi? Evet biliyorum; tecavüz olayı ile ilgili daha retorik bir yazı olsa, mesela Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman’ın yaptığı gibi “Damacana da mı mini etek giyiyordu?” diye sorup, “Allah belanızı versin!” ile devam edip, “Sorun kıyafette değil” ile bitirsem daha okunur bir yazı olurdu. Konuyu bu şekilde ele alanlara itirazım yok. Belagatin hiç de havanda su dövmek olmayıp önemli bir söz/yazı sanatı olduğunu düşünüyorum. Hele hele Arman gibi mahir ellerde kullanılıyorsa…

Ayşe Arman yazısını “Sorun kıyafette değil, zihniyette” diyerek bitirmiş; işte bizim başlama noktamız da burası olsun: “Zihniyet” maduniyet düşüncesini de buraya yerleştirelim. Görün bakın gerisi çorap söküğü gibi gelecek. Sorun gerçekten de ne genç kadının sokağa çıktığı saatte, ne de kıyafetinde… Sorun bir erkeğin “sapık”lığında da değil. Zihniyet dediğimiz şeyi tüm bunları kapsayan, aşan bir bağlamda kullanarak yolumuza devam edelim. Çünkü yaşanan vakaları ne sapık erkek, ne de mini etekle gece yarısı sokaklarda sürten kadın “edebiyatı” ile açıklayabiliriz. Unutmayalım, bu zihniyet hepimizi ama hepimizi kuşatan bir zihniyet. Sadece her birimiz, herkesi kuşatan bu zihniyete aynı tepkiyi vermiyoruz.

Arman’ın ve birçok yazarın altını çizdiği bu zihniyete “maduniyet” diyelim.

Sıra geldi kadınların neden madun, alt, aşağı, ikincil, bağıl olarak tanımlandığına. Daha doğrusu hakim zihniyette kadının bu şekilde konumlandığına.

Kadın ve maduniyet

Kadınların maduniyetini tartışabilmek için binlerce yıl geriye gitmemiz gerekiyor. Durun! Binlerce yıl öncesi lafını duyar duymaz yazıyı okumayı bırakmayın. Biliyorum, genelde lafa bu şekilde başlanınca konu darmadağın olur, hiç bir şey anlatılmaz. Lütfen bekleyin. Söz! Elimden deldiğince özetle, konuyu dağıtmadan, lafı uzatmadan sizi binlerce yıl öncesinden bu güne kadar getireceğim.

Binlerce, on binlerce yıl öncesinin avcı toplayıcı insan kabileleri çağına gitmeden önce minik bir hatırlatma da yapayım. Üretme işi doğayı dönüştürme işidir. Medeniyet dediğimiz şey de insanın doğayı kendi ihtiyaçları için dönüştürmeyi öğrenmesiyle başlar. Soğuktan üşüyen insan, hayvanın derisinden giysi yapar; böylece doğayı kendi ihtiyaçları için dönüştürür. Doğayı dönüştürme işi (hayvanı avlama, derisini yüzme, onu kıyafet haline getirme işi) bir enerji, bir emek gerektirir. Buraya kadar sorun yok. Sorun; üretmek, emeği işe sokmak için gerekli enerjinin türünde gizli.

İlk insan topluluklarından sanayi kapitalizmine kadar gelinen süreçte, üretmek için kullanılan enerji, doğal enerjidir; yani doğanın enerjisidir. Doğanın enerjisi denileni de geniş anlamda düşünelim. İnsanın kendi kas gücünden, rüzgara, atın ulaşım aracı olarak kullanılmasına… Her şeyi bunun içerisinde düşünelim. Gerçekten de sanayi kapitalizmine kadar bir şeyi üretmek için kullanılan hakim enerji türü, insanın kendi kas gücü de dahil olmak üzere doğanın kendi gücüdür. Sanayi devrimi ile birlikte hakim enerji türü doğanın kendi basit enerjisinden kopar. Elektrikten petrole nükleer enerjiye doğru dönüşür.

Bunların kadının maduniyeti ile ne alakası var?

Şöyle ki sanayi devrimiyle doğanın basit kaynaklarından (rüzgarın esme, derenin akma, hayvanın taşıma gücünden başka) bir enerjiye sahip olmayan insan toplumlarında, kadın ve erkek cinsiyetleri arasındaki kas gücü kapasitesi farklılıkları doğrudan doğruya üretim sürecine yansımaktaydı.


Bir örnekle açıklayayım. Doğayı dönüştürmek, bir şey üretmek için 100 kiloluk bir şeyin bir yerden bir yere taşınması gereksin. Sanayi toplumu öncesi insan bu işi yapabilmek için öncelikle kendi kas gücünü kullanacak, o da yetersiz kaldığında doğanın ona sunduğu diğer alternatifleri kullanacak. Örneğin bu şeyi güçlü hayvanlara taşıttırarak üretim işini gerçekleştirmek zorunda kalacaktı. Günümüzün işçisi ise 100 kiloluk bir şeyi bir yerden başka bir yere taşımak istediğinde örneğin, petrolle çalışan forklifti kullanacaktır. Artık o (sanayi işçisi) 100 kilo ağırlığı kaldıran insan değil, o ağırlığı kaldırmak, taşımak için gerekli aracı (örneğin forklift ya da vinç) kullanan insandır.

İnsanoğlunun ortaya çıktığı ilk dönemden, sanayi kapitalizmine geçilen tarihe kadar geçen uzun yüzyılların insanoğlunun gerçek tarihi olduğunu, sanayi devriminden günümüze kadar geçen sürenin insanlık tarihinin oldukça kısa bir dönemi olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı? Kadının maduniyetini anlamak adına bu bizim için önemli.

Avcı toplayıcı dönemden sanayi kapitalizmine kadar geçen on binlerce yılda insan, üretmek için kas gücünü kullanıyordu ve kadın ile erkek arasındaki kas gücü kapasitesi farklılığı iki cinsin üretim ilişkileri içerisindeki pozisyonunu doğrudan doğruya etkiliyordu. Çünkü kadın ile erkek arasında kendi cinsiyetlerinden (sex) gelen ciddi farklılıklar vardı ve üretmek için doğanın basit enerjisinden başka bir enerjinin olmadığı durumda bu farklılık üretim ilişkilerine doğrudan yansıyordu.

İki cinsiyet (sex) arasındaki kapasite farklılığının üretime dönük yansımaları, avcı toplayıcı dönemlerde de görülüyordu. Ancak avcı toplayıcılığın zorunlu kıldığı biriktirmeye dayanmayan iktisadi yapı, bu cinsiyet farklılıklarının diğer toplumsal kurumlara toplumsal cinsiyet (gender) farkları olarak aktarılması ve kalıcılaştırılmasına yeterince zemin hazırlamıyordu. Avcı toplayıcı kabileler, ihtiyaçları ötesinde biriktirme ile ilgilenmiyorlardı. İnsanoğlu biriktirmeyi ve kendi ihtiyaçlarının ötesinde üretmeyi neolitik devrimle tarım devrimiyle birlikte öğrendi. İşte binlerce yıl sürecek ve kadının bu süreçte dezavantajlı olduğu üretim ilişkileri de böylece kurumsallaştı.

Özetle, tarım devrimiyle birlikte, üretme işinde gerekli kapasiteye erkekten daha az sahip olan kadının maduniyeti pekişmeye başladı. Bu pekişme, üretim alanındaki eşitsizliğin üst yapı kurumlarına aktarılması ve kalıcı hale getirilmesi ile oldu. On binlerce yıllık tarım toplumunda kadın artık sadece üretme ve üretmek için gerekli enerji, kas imkanındaki dezavantajları yaşamadı; bu alandan kaynaklanan ama artık aileye, dine, siyasete… Diğer tüm üst yapı kurumlarına aktarılmış ve tüm bu alanlarda yeniden üretilen on binlerce yıllık bir maduniyete dönüştü.

Sorunun neden mağduriyet değil de maduniyet olduğunu özetleyebildim sanırım. Bu maduniyetin nasıl bir zihniyet haline geldiğini ve mağrurun gece sokakta dolaşan maduna tecavüz edebileceği bir iklime zemin hazırladığına ise sonraki (pazar günü) yazımda değineceğim.

İlgili yazılar

Kadın cinayetleri ve tecavüze ceza indirimi yapılmayacak

Kadınlar mağdur edebiyatından ne zaman kurtulacak?

Türk Kadını ve cinsellik: Kan kırmızı tabular


Bozkırda açan çiçek Türk Kadını soldu mu?


Dr. Mete Kaan Kaynar
Mete Kaan Kaynar, 1972 Ankara doğumlu. 1993 yılında Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini de aynı bölümde tamamladı. Doktora eğitimi sırasında University of Westminster, Centre for Study of Democracy’de bir yıl araştırmacı olarak çalıştı. Halen, aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmakla birlikte, Türkiye Ortadoğu Vakfı: Özgür Üniversite’de dersler vermektedir. Vakfın yayın kurulunda görev yapmaktadır. Evli ve üç çocuk babasıdır.